Bir dâvâmız vardı bizim ey dostlar!

Evet!

Uzak diyarlara gidiyor gözlerimiz;

Allah Rasûlü’nün asrına…

Kızgın güneşler altına…

O’nun eşsiz ve çileli davetine…

“Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz, ben bu dâvâdan asla vazgeçmem” diye haykırışlarına… (Sîret-u İbn-i Hişam, 1/266)

***

“Günler ne günlerdi…

Aylar ne aylardı!..”

Allah Rasûlü’nün bir dâvâsı vardı.

Rabbine gönülden yakardı.

İnsanlığa O’nun hakikatlerini haykırdı.

“Durun!” dedi.

Gitmeyin putlara!

Dönün Allah’a!

Sizi yaratana…

Ne olur!

Yapmayın!

Yakmayın kendinizi!

Ve ailenizi!

O’nun çilelerle dolu hayatı,

Mekke’de geçti, tam 13 yıl.

Sonra Medine…

Hep çile, hep mücadele.

Ama başardı.

Bir “dâvâ” bıraktı.

Dâvâların en seçkini,

Yüce Rabbin eşsiz davetini.

Sahabe koşturdu civarlara,

Uzak diyarlara,

Hep bu dâvâ uğruna,

Çilelerle yolculuklar…

Cihattan cihada koşuşlar…

Ya deve, ya yaya…

Açlık ve perişanlıkla nice zamanlar.

***

Sonra sancak diğerlerine geçti.

Onlara tâbî olanlara.

Daha sonra bu yolun

Aşk ve lezzetini tadanlara…

Diyarlarda farklı adlarla anıldı…

Kiminde Hikmet,

Kiminde İlahi,

Kiminde Mesnevî…

Birisi Ahmed-i Yesevî,

Diğeri Yunus Emre.

Bir diğeri ise Mevlevi…

Bir bakarsın ki Salahaddin-i Eyyûbî.

Ya da görürsün surlara sancak diken Fatih’i.

***

Âhecdâd!..

Âh bu dâvâ!

Âh benim dâvâm.

Nerdesiniz?

Nereye gittiniz?

Neredesin Sütçü İmam?

Tesettürüme uzanıldı diye silah çeken adam!

Ey Nene Hatun!

Ya da Kara Fatma!

Ey çocuğunun üzerinden örtüyü alıp,

Merminin üzerine örten analar!

Saçının telini göstermektense,

Şehadete koşanlar!

***

Büyük Doğu olmuştu bir zamanlar.

Ya da Diriliştidâvâmın adı.

Şimdi kalmadı hiçbir tadı.

Kalmadı Zariflerin çileli hayatı.

***

Hüzün var gönlümde.

Hem de pek çok.

Ağlıyorum büyük kaybıma.

Ağlıyorum büyük dâvâma.

“Ayağa kalk Sakarya!”

Diye haykırasım geliyor,

Sağıma ve soluma!

***

İnletirdi bir zamanlar salonları.

Büyük dâvâmın büyük adamları.

Heyecan üstüne heyecan binerdi,

Yürekler bu sevda ile inlerdi.

Bir coşku gelirdi adeta göklerden,

Yanarken özleri,

Yaşlar dökülürdü gözlerden.

“Mücahidler geliyordu” cephelerden…

Acep nereye gitti onlar bugün!

Haykırışlar nereye döndü bugün!

Ey sevdamın insanları!

Ey dâvâmın adamları!

Ne oldu bize?

Düşünüyor muyuz şimdi?

Yavrularımız ne âlemde?

***

Örtünün kavgaları bitti,

Ama örtü nereye gitti?

Gören var mı aramızda?

Yoksa kayboldu mu zamanımızda?

Dönüyoruz Saadet Asrına,

Allah’ın Rasûlü’nün zamanına,

Ne bırakmıştı O bizlere?

“İki şey bırakıyorum sizlere” demişti.

“Biri Allah’ın Kitabı Kur’an,

Diğeri benim Sünnetim.

Sarıldığınız müddetçe,

Asla sapmayacağınız!”(Tirmizî, Menâkıb 31)

***

Evet, şimdi yeniden heyecanlanıyorum.

Yeniden diriliyorum adeta.

Silkeliyorum topraklarımı,

Kalkıyorum ayağa,

Dönüyorum dâvâma,

Ve yapışıyorum ona.

Sonra haykırıyorum civarıma:

‘Haydi! Davranın, tutunun!

Sarılın dâvâmıza!

Ne olur bırakmayın artık!

Yoksa O bizi bırakır!

Varamayız huzuruna.

Hesap veremeyiz O’na…’

***

Üzülme sen ey dâvâm!

Adamların geliyor senin.

Yüce Sahibini iyi tanıyan.

Ve O’na kulluk gayretinde olan.

Yapışacak yeniden.

Koşturacak al sancaklarla.

Tepelerden tepelere rüzgârlarla,

Hakk’ın terennümünü ulaştıracak diyarlara.

Nesillerinde bu hakikatin,

Hep incecik çizgileri bulunacak.

Müsterih ol ey dâvâm!

Müsterih ol!

Ne mutlu sana tutunanlara!