İran’dan Akdeniz’e kadar bir ucu uluslararası sulara açılacak hormonlu bir terör hattının kurulmasına Türkiye’nin gösterdiği reaksiyon kötü niyetliler dışında herkesin anlayabileceği net bir tepkidir. Marksist olduğu iddiasında olan bölücü grupları ABD bölgede kendisine sadık bir taşeron örgüt olarak kullanır ve çıkarlarına göre gerektiğinde rahatlıkla gözden çıkarabilir veya zamanla düşman ilan edebilir. O. Öcalan’ın ifadesiyle 2003 yılında ABD’nin talimat ve desteğiyle Suriye PKK’sı olarak kuruldu. DAEŞ’in de aynı tarihte kurulması ilgi çekici.

40 yıldır terörün geçiş güzergâhı olarak kullanılan ve aslında hiç de yeni olmayan Afrin bölgesinde sadece örgüt üyesi Kürtler yaşamıyor. Örgütlere öteden beri karşı olan ve baskı gören Kürtlerle birlikte, Araplar ve Türkmenler de yaşıyor. Savaş öncesi istatistiklere göre nüfus dengesi %50 Arap, %42 Kürt, %8 Türkmen olarak kaydedilmişken savaş sonrası zorla göç ettirme ve yıldırma yoluyla diğer şehirlerde olduğu gibi demografik yapı altüst edilmiş oldu.

ABD, Irak’ta olduğu gibi Suriye’deki Kürt nüfusunu da Türkiye sınırı boyunca halkı göçe zorlayarak yaydıran örgüt, Kürtler’in normal yaşama sahalarının üç katı kadar araziye yayarak ve NATO ülkesi bir ülke olan Türkiye’ye karşı binlerce TIR silah vererek onları kaldıramayacakları ve zarar görecekleri bir yükün altına sokmuş oldu. Uzun vadede bölgede yeni ve daha sadık bir üs kurmak üzere düşündükleri bu bölgenin Kuzey Irak kadar bile istikrar kazanması ihtimali görünmüyor.

Bu arada Afrin’e müdahalenin barındırdığı risk ve zorluklardan birisine daha dikkat çekmek gerekiyor. Suriye üzerinde ABD ve Rusya’nın kendi aralarında nüfuz çatışmaları yaşasalar da Türkiye’nin bölgesinde gücünün azaltılması konusunda savaşın ilk gününden buyana hemfikir olduklarını düşünüyorum. Rusya ve ABD’nin Afrin beklentilerinin tamamen farklı olduğu kanaatindeyim. Rusya, iki NATO üyesi devletin karşı karşıya gelmesinden hiçbir şekilde rahatsız olmaz, fakat Suriye’ye verdiği “ülkenin bütünlüğü”nün korunması taahhüdüne rağmen Türkiye’nin uzun süre bölgede kalıcı olmasını da kesinlikle istemez.

Bu sebeplerle, Türkiye’nin hiçbir ittifak içinde yer almadan (DAEŞ konusundan farklı olarak) savaşını tek başına kalarak yürüteceği farklı bir safhaya geçildiğini bilmeliyiz. Şimdilik kısa vadede böylesi bir tehdit olmasa da Türkiye’nin bu iki devletten biri veya diğer üçüncü bir devletle savaşa itilmesi halinde senaryolar umulanın tamamen dışında gelişebilir. Bu durumda, PYD-YPG-PKK ve diğer taşeron terörist grupların savaşı Türkiye içine taşıyarak başkaları adına vesayet savaşları sürdürme yolunu deneyecekleri muhakkak.

Daha açık ifade etmek gerekirse operasyonun bir savaşa dönüşmesi halinde örgütler, Türkiye’nin bütün şehirlerine bunu taşımak isteyecek uluslararası kamuoyunun gündeminde ise Halep’te akla gelmeyen ancak Türkiye’yi sıkıştırmak için yine insan hakları, “azınlık hakları”, savaş hukuk ihlalleri, sivil ölümler gibi dünyanın ilgisini çekecek başlıklar altında kampanyalar yürütülerek kıvılcım yangına dönüştürülmeye çalışılacaktır.

Yine tahminimce küresel güçlerin Suriye’den almak istedikleri ve görmek istedikleri tablo büyük ölçüde tamamlandığından savaş bir yıl içerisinde bitecek ve bütün olup bitenler bir kenara bırakılarak yine her zaman olduğu gibi uluslararası hukuk eğilip bükülerek Türkiye bölgedeki tek işgalci güç olarak bütün dünyaya sunulacak. Bu sebeplerle, Türkiye tezlerini mutlaka diplomatik usullere sonuna kadar uyarak yine cesur bir diplomatik dille kendisini anlatmayı sürdürmeli; uluslararası basında ve çevrelerde yalnızlaştırılmaya çalışılmasını engellemeli.

Savaş ve askeri müdahaleler, bugün Afrin’de olduğu gibi “son çare” (ultima remedium) olarak düşünülen en uç alternatiftir. Uluslararası kamuoyunun Türkiye’yi ısrarla duymaması ve ABD hormonuyla şişirilmiş bir örgütün bir devlete kafa tutmaya ve tahrik etmeye çalışması düşündürücü olduğu kadar bu son çareye başvurulmasını hazırlayan sebeplerden. Türkiye bu mayın tarlasından başarıyla geçebilecek gücü ve ihtiyatı bir arada tutabilecek tecrübeye sahip bir devlet.

Türkiye’nin bütün dünyanın anlayacağı bir üslupla başarılı ve aktif bir diplomasiyi ısrarla sürdürmesi gerekiyor. Terör gruplarıyla sıcak temas aşamasında ise yalnızca terörist grupları hedef almayı başarmak ve bunu dünyaya anlatmak önemli. Oradaki dost grupların desteğiyle operasyonlarını sürdürerek gücünü göstermesi, Suriye hükümetini bu operasyonlarda “Suriye’nin bütünlüğü” tezi üzerinden ikna ederek yürütmesi gerekecek. Bunun için sadece askeri çözümler üzerinde düşünmekle sınırlı kalmadan ABD, Rusya ve Suriye hükumetleriyle görüşmelerinin kesintisiz devam ettirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Türkiye’nin kendisine tehdit olarak dönen ve başkalarının taşeronluğunu yapanlara karşı cevap makul sınırlar içinde vermesi uluslararası hukuktan doğan en tabii meşru müdafaa hakkıdır.

Bu yazıyı kaleme alırken başlıkla iç içe diğer konulara girmemeye çalıştım, ancak diplomasinin neleri başarabileceğini içeren ikinci bir yazı ile Kürt halkının rotasına dair üçüncü bir yazıyı da neredeyse tamamlamış oldum. Yakında sizlerle bu yazılarımı da paylaşacağım.