Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı nasıl olur da Başbakanlık konutunda âlimlere, mütefekkirlere iftar yemeği verirdi? Bu, laik bir devlet için nasıl kabul edilebilirdi?!

         Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı “havuz sistemi” modelini uygulamayı nasıl olur da düşünürdü? Bu, devletin DERİN bekasını, ekonomik istikbalini şarampole yuvarlamak değil miydi, nasıl hazmedilebilirdi?!

         Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, D-8 projesini hayata geçirmeye hangi had ile kalkışabilirdi? Bu, muasır medeniyet seviyesine ulaşılacak yolun tıkanması demek değil miydi?! Bir parçası olduğumuz “uygar Batı”nın çalışma sistemine muhalif/alternatif bir sistem şirk değil miydi, nasıl göz yumulabilirdi?! Malezya, Endonezya, Pakistan gibi irticanın merkezi, yobaz devletlerle nasıl iş yapılabilirdi?! (O süreç içerisinde bahse konu olan ülkelerin yaşadıkları ekonomik krizler, parçalanma riskleri, maruz kaldıkları darbeler her şeyi anlatıyor, operasyonun sadece Türkiye ile sınırlı kalmadığını gösteriyor.)

         Namaz, niyaz, ibadet, örtü gibi çağ dışı kavram ve eylemlerle arz-ı endam etmek laikliği tehlikeye sokmaz mıydı? Bunları dile getiren öğrencileri Üniversitelerde barındırmak, bu eylemleri gerçekleştirenlere müdahale etmemek Atatürk’e ihanetle eş değer değil miydi?!

         Müesses nizam, vesayet kendisine mutlak itaati sağlamışken, Müslüman kimlikli insanların (seçimle gelmiş olsalar dahi) ülkeyi yönetmesi cumhuriyetçilik ilkesinin ihlali değil miydi, buna nasıl müsaade edilebilirdi?!

         Nitekim edilmedi de. Edilmedi ancak İbrahim-i milletin şuur ve bilincini yok edemediler. Ateşe verdiler ancak millet, mayasından aldığı ilham ile tekrar küllerinden doğmasını bildi. Medeni sistemlerde iktidarlar toplumun hayrına kullanılır. 28 Şubat’ı gerçekleştirenler, iktidarı haydutça yöntemlerle (postmodern darbe tabiri de çok eğreti duruyor, buz gibi bir darbeydi işte) ele geçirenler, iktidarı adalet ve milletin refahı için değil, kendilerinin ve tasmalarını tutanların rantlarını tesis etmek için kullandılar.

***

         Öğrendiğimiz kadarıyla 500’ü aşkın suçsuz için 28 Şubat devam ediyor! Hem 28 Şubat’ı yargılarken hem de 28 Şubat’ta hüküm giymiş, suçu günahı olamadığı halde içeri atılmış onlarca insan içeride tutulmaya devam ediliyor. Bu da yetmiyormuş gibi tahliye edilenler, tekrar gözaltına alınıyor, adeta “sen yeterince çekmedin, yatmadın, hele gel seni biraz daha çürütelim” anlayışıyla tekrar derdest ediliyor. Bu yaşanılanlar bizleri “28 Şubat gitti ancak bitmedi” fikrine sevk ediyor. Bu çelişki akla ziyan bir haldir. 28 Şubat’tan yargılananlar da içeride 15 Temmuz’dan yargılananlar da… Bu işte bir terslik yok mu? 28 Şubat darbesiyle Müslüman mahallenin bütün entelektüel sermayesi ve onun mutfağı mahiyetindeki Üniversite gençliği sindirme, korkutma politikalarıyla pasifize/tasfiye edildi. Ancak her nedense FETÖ terör örgütü hiçbir zarar, ziyan görmedi, bilakis önleri açılan, güçlen(diril)di. 28 Şubat ile 15 Temmuz’un tek yumurta ikizleri olduğunu unutuyor muyuz? Bu vesileyle acilen 28 Şubat’tan haksız yere tutuklu bulunan kardeşlerimiz için adil bir yargılama yapılıp hak ve itibarları iade edilmelidir.

         28 Şubat’ın lokal faillerini bir formülasyonda zikretmek gerekirse; “Asker+medya+akademya+yargı+sermaye+’din adamı’ görünümlü sahtekarlar+çoban Sülo = 28 Şubat!” ortaya çıkar.

        Ressam Bob, “Şuraya da zamanında Peygamber Ocağı’na çöreklenen parazitleri çizelim” demiş midir?!