Şu anda üniversite sıralarında okuyan yirmili yaşlardaki gençler için, medya yolu ile çok sıkça kulaklarını tırmalayan “ 28 Şubat” söylemi pek de bir anlam ifade etmeyebilir. Onlar doğmadan veya henüz bebeklikleri döneminde tarihte yerini almış “mühim” olaylardan bir kesit veya geçmişe az daha duyarlı olanlar için ise “ehemm”den addedilen bir vakıa olarak görülmesi doğaldır.
Bir döneme damgasını vuran, devleti ve toplumu temelinden sarsan ve etkileri gün geçtikçe daha da hissedilen “28 Şubat postmodern darbesi”nin üzerinden kocaman 24 yıl geçti.
28 Şubat 1997’de olağanüstü toplanan MGK’de alınan kararlar aynı gün akşam kamuoyuna açıklandığında, Türkiye’de yeni bir dönem artık başlamıştı.
27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbelerine göre 28 Şubat postmodern darbesinin gücünü ifade etmek için “etkisi bin yıl sürecek” naraları, sarsıntının geleceğe matuf şiddetini ifade ediyordu.
28 Şubat’ın temel gerekçesi “laikliğin” tehlike altında olması ve “irticanın” her yeri kaplamasıydı. Görünüşe bakıldığında daha önceki darbeler gibi her şey emir-komuta zinciri altında cereyan ediyordu. Elbette öncekilerde olduğu gibi emrin dışarıdan fakat komuta kısmının içeride hayata geçirildiği barizdi.
Gerçekte ne laiklik tehlike altındaydı ne de irticanın kapladığı bir alan vardı. Toplum hafızasında, son üç yüzyıldır bu tarz kuru söylemlerden arta kalan keskin izler hala canlı duruyordu. Osmanlı son asırlarında “din elden gidiyor” naralarının yerini Cumhuriyet döneminde ”laiklik elden” gidiyor almıştı.
Elden giden bir şeylerin olduğunu geçmiş asırlarda yaşayan masum kitleler imkânsızlıklarından ötürü fark edemediler fakat iletişim çağının nimetleri sayesinde bizler açıkça olan biteni öğrenme şansına sahip olduk.
Elden giden sadece menfaatlerdi ve asıl maksat da topluma keyfe göre şekil verme arzusundan başka bir şey değildi.
28 Şubat 1997’ten sonra Türkiye karanlığa gömüldü. Bu karanlığın izleri hala devam etmektedir.
Türk tarihinin en büyük yolsuzluklarına, tırlarla kurumların kasalarının boşatılmasına, saat başı paranın değer kaybedişine ve ekonominin tepetakla gidişine bu dönemde şahit olduk. İntiharlar, bunalımlar, işsizlik ve belirsizlik toplumu kaosa sürüklemişti.
Devlet, toplumu doğrudan tehdit olarak görmeye başlamıştı. Liseler ve üniversiteler cadı kazanı haline gelmişti. Başörtüsü avcılığı, irtica yaygarası, toplumu biçimlendirme gayretleri, yalan haberler, meslek liselerine vurulan darbeler ülkede huzursuzluğu zirvelere çıkarmıştı.
Velhasıl bir nesil, devleti yöneten kocaman adamlar (!) tarafından heba ediliyordu.
Türk toplumunun devlete saygısı, dini değerlere saygısının bir yansımasıydı. Toplumun tarihsel geleneğinde “din/devlet/millet” söylemleri, değerler manzumesi olarak ayrılmaz bir bütündü.
Bu nedenle Türk milleti, 28 Şubat’ın diktelerini onaylamasa da devlete hürmeten aykırı bir ses de çıkarmamıştır. Sessiz kalmıştır. Bu sessizlik aslında 28 Şubat’ı dayatanlara en büyük tepki olmuştur. Birkaç yıl sonra 28 Şubat’ın dayatmalarını yerle bir eden, milletin bu feraseti ve sessiz tepkisi olmuştur.
Biz kabul etsek de etmesek de 28 Şubat dayatmaları toplumda derin izler bırakmıştır ve bu izlerin etkileri hâlâ daha devam etmektedir. Bugünkü Türkiye’yi ve konuşulan sıkıntıları anlayabilmek için 28 Şubat’ı iyi analiz etmek gerekiyor.
O günlerde meydanlarda rahatça dolaşanların bugün nerelerde durduğuna bakılırsa, 28 Şubat da 15 Temmuz da çok iyi anlaşılacaktır.
Biraz tefekkür.