Dün sabah bir mesaj aldım: “Selamünaleyküm üstadım. Ben Bingöl’den Tahsin. Şiir ve yazılarınızı Bingöl’ün dağlarında gençlerle okuyoruz. ‘Çölde son mavi’ yazınızı hepimiz çok beğendik. Şiirleriniz gerçekten tarih, onur ve aşk dolu.” Önce sevindim. Bir şaire daha ne iyi gelebilirdi ki? Sonra irkildim. Buna layık mıydım? Her kelimem, her sözüm yeterli özene sahip miydi? Bingöl’deki kardeşlerim seslerini sesime eklerken ben onlara doğru seslenmiş miydim?
Hep ses sese eklensin ses çoğalsın derim. Bunun bir sebebi, sesin asla evrende yok olmadığını bilmemdir. Diğer bir neden de yeryüzü ve mekanın imarından çok, beyinlerin, ruhların imarının gerekliliğidir. Oku, “ikra” emrinin altında yatan da budur. İnsanlık ses ile anlaştığına göre çoğalan ve gürleşen ses modern insanın yalnızlığına karşı panzehirdir. Kendisini üretim ve tüketim ilişkisiyle tanımlatan adaletsiz düzene içindeki insanı dirilterek başkaldırabilir. İnsan madde değil ruhtur. Onu tuzağa düşüren madde yanının ihtiyaçlarıdır. Ses derken ruhlara seslenmekten bahsediyorum.
Gençken idealizm aklımın önündeydi. Şimdi o günlerim bana Cüneyt Arkın’ın “Dünyayı Kurtaran Adam” filmi kadar komik geliyor. Artık bir adam kurtarmanın bile ne denli zor olduğunu biliyorum. Bir insanın elinden tutmanın bile bir ömre bedel olduğunu biliyorum. O meşhur deniz yıldızı hikayesinde olduğu gibi bir insan diyorum, bunca kalabalığın arasından bir insan da ben “diriltebilir” miyim? Fazıl’ın sesi geliyor kulaklarıma, “Ey hayat süren leşler, sizi kim diriltecek.” Ben ne kadar diriyim sorusu ise bambaşka acılara karşılık oluyor.
Akşam Sare kardeşimin paylaşımını okudum. Her akşam “Bella”dan bir bölüm yayınlamak istiyormuş. Şiirin altında asırlık bir bakış koymuş ki çizgiler içimde kıvrandı. Anadolu’yu, Erdem Bayazıt’ın şiirini hatırlattı. Sevda ile Hilal şiirin altında “Kudüs düştüğünden beri kendimi iyi hissetmiyorum” diyorlar. Nasıl sevinmem. Sonunda “Diriliş Postası” ile onları tanıştıran Yusuf Yıldırım kardeşime teşekkür etmişler. İsmet Özel’in sözünü yazdım onlara, “Allah, insanı iddiasından vurur.”
Şimdi gözümün önüne manşetler geliyor. Köşelerden yükselen provokatif sesler. Kimseye inanmadığı için kendine inanan şarlatanlar. Binlerce okuyucusu olan fenomenler. Sözün kısası kalemlerin silahlardan daha çok cinayet işlediği bir dünyada benim bu hassasiyetimi abartılı bulabilirsiniz. İnanın normal olan benim. Bir insan, bir okuyan çok değerlidir. Her şeyin hızla tüketildiği bir dünyada sindirim zorluğu çeken, neye saldıracağını bilmeyen kalabalıklar içinde bir insan sizi dinliyorsa kul hakkıyla karşı karsıyasınızdır demektir. İnşallah yaşarken çok okuyanım olmaz. Meşhur yazar falan olmam. O kadar hakkı nasıl öderim. Düşünmesi bile ağır geliyor.
Toplayın sesimi sokaklardan
Sökün şiirlerden
Otobüs duraklarından
Saat hep sekizi göstersin
Zamanı vurun alnının ortasından
Sabah gibi sabah olsun
Bakire ve umutlu
Derin bir nefes gibi
Çekin içinize
Akşama kalmasın
Kirletmesin rotatifler
Sıçratmasın otomobiller
Temiz pantolonlara
Toplayın sesimi kalabalıklardan
Dağlara kaldıran eşkıyalar bulun bana