Yaşamak…

Nedir acaba?

İnsanca yaşamak ya da başka…

Yaşamak Hakk’a kulluktur özün yanarcasına,

Manânın her anında ağlarcasına…

Evet, yaşamak ancak O’nunla değer kazanır…

O’nsuz bir âlemin ne anlamı olur?

***

Dünyasını Rabbin rızasına verenler kazanıyor. Gerisi ise kayıpların en büyüğüne uğruyor. Çünkü yaşadığımız şu hayat bir gün bitecek. Sonra insan gerçek hayata gidecek. Oyun ve eğlenceye dalmayanlar kazanacak. Asıl olan ise, bu hakikati bilerek yaşamaktır:

“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (29 Ankebût 64)

Sevgisi ve sevdası Allah olanlar kazanacaktır. O’nun güzel Rasûlüne tâbi olanlar gerçeğe ulaşacaktır. Bu yoldan başka bir çıkar yol asla yoktur:

“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” (6 En’am 153)

Allah ve Rasûlü’ne tâbî olmanın güzellikleri ise, sayılamayacak kadar çoktur. Onların her birisi kazançların en büyüğüdür. Kişi ancak onlarla insan olma özelliğini elde eder. Doğru olmak, yalandan kaçınmak, karşısındakinin hakkını gözetmek, şefkat ve merhametli olmak, yumuşak ve güzel söz söylemek, affedici ve hoşgörülü olmak ve benzeri… Bunların her birisi şüphesiz ki birer cilt kitapla ancak anlatılır. İşte Müslümanca yaşamak…

***

Bilemiyoruz. Yaşadığımız şu çağda bütün bu ve benzeri hasletlerin ne kadarını hayata geçirebiliyoruz?

Hep bunu sormak lazım kendimize. Ne kadarını uygulayabiliyorsak o kadar hayat buluyoruz demektir. Hem dünya hem de özellikle ahiret hayatında.

Yaratılışındaki hikmeti kavrayabilen insanlar bu manevi güzelliklere kavuşmuşlardır. Onlar, yaşadıkları hayatın ancak Allah (cc) ile beraber olunca hayat olduğunu fark eden müstesnâ insanlardır. Eli öpülesi, duası alınası kimselerdir onlar. Hayatın acılarını yaşamış, insanların gidişatına ağlamış, onları Hakk’a yöneltmenin çabasına düşmüş kimselerdir onlar. Zira onlar, örnekliğini aldıkları O güzeller güzeli Efendimiz’in (sav) şu mübarek sözleriyle yoğrulmuşlardır:

“-Benim ve sizin benzeriniz; ateş yakan, içine çekirge ve pervaneler (böcekler) düşmeye başlayınca onları ateşten uzaklaştırmaya çalışan adamın benzeri gibidir.

Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutup (asılıyorum). Buna rağmen siz, elimden kurtulup ateşe doğru koşmaya çabalıyorsunuz.” (Müslim, fezâil 19.)

O bu çabasını Veda Hutbesinde aldıkları şu ikrar ile perçinlemişlerdi:

 “–Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” Bütün ashâb-ı kirâm:

“–Allah’ın elçiliğini îfâ ettin; vazîfeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz!” dediler.

Bu şehâdetin ardından Varlık Nûru Efendimiz, dînin teblîğine dâir:

“–Ashabım! Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?” diyerek üç defâ tasdîk aldı. Sonra şehadet parmağını semâya kaldırarak insanların üzerine indirdi ve Cenâb-ı Hakk’ın şehâdetini diledi:

“Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!..” (Müslim, hac 147; Ebû Dâvûd, menâsik 56; İbn Mâce, menâsik 76, 84)

***

Şimdi, biz ve evlatlarımız…

Biz ve çevremiz…

Biz ve milletimiz…

Biz ve Ümmet-i Muhammed…

Acaba “Şahid ol Yâ Râb!” diyebilecek miyiz?

Rabbimize ne diyeceğiz bilemiyoruz.

Evet, her gün O’na doğru yol alıyoruz. Acaba bunun farkında mıyız?

İbadetsiz bir hayat (!) yaşayan nice kardeşimiz var. Dünya hengâmesine düşmüş, namaz ve niyazı unutmuş nice yavrumuz ve insanımız var. Ya aniden çıkıp geliverirse… Ne mi? Cevabı pek de basit… O zaman ne olacak?

O halde düşünmek ve dönüş yapmak gerek nicelerimize.

Nicelerimizi de uyarmak gerek öyle değil mi?

Hani bir tehlike anında hemen uyaran insanlar gibi. Ya ahiret tehlikesi? O sonuç?

Evet, bunun şuurunda olmak lâzım. Rabbimiz bizlere bu gerçeği kavramayı nasip etsin!..