Türkiye’nin Suriye’de ve farklı coğrafyalarda ortaya koyduğu başarıların bir “şans” eseri olmadığını elbette zaman gösterecek.

Bir başarının şansla değil de stratejiyle geldiğinin en büyük kanıtı, kalıcı olmasıdır.

Âdeta katmanların örgüsü içerisinde korunan öz, herkesin rahatlıkla ulaşabildiği bir cevher değildir.

Bir iyilik başka bir iyilikle, mutluluk başka bir mutlulukla korumaya alınır.

Her şey iyi olsun diye dua ederiz ama o duamızın kabulü için de başka bir dua ederiz.

Koruma katmanlarımızı duada bile kat kat inşa ederiz.

Tedbirli bir hayat içerisinde şans eseri olanlara yer yoktur.

Başarılarla ayakları yerden kesilmiş birinin, tehlikelere açık hâline de yer yoktur stratejik başarılarda.

“Ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız.” diyerek Prene Dağları’nı aşan Hannibal, Zama’da Romalı Komutan Scipio Africanus’a neden yenildi?

Seneca’nın anlattığına göre, daha sonra Campania sahillerinin eğlenceli hayatı da onu iyice gevşetmişti ya.

Africanus ise aralarında Cato gibi önemli devlet adamlarının da bulunduğu dostları tarafından yolsuzlukla suçlandı ve bir çiftlik evinde inzivaya çekildi.

Bir başarının kalıcı olması için başarıyı elde edenin, her açıdan buna layık olması kaçınılmazdır.

Aktör olmak sürekli bir çabayı şart koşar.

Adaylıktan vazgeçen biri, artık başkası için oy toplamaya başlar.

Tıpkı bizim son 150-200 yılda yaptığımız gibi.

Şimdi yeniden Orta Doğu ve dünyada “aday” olmayı dillendiriyoruz.

Bunun hamasi bir heves olmadığını ispat etmenin en temel yolu, sahada ortaya konan hakikatlerdir.

Ve bu iddianın arkasını dolduracak teknolojik, bilimsel gerçekler…  

Türkiye Batılı ülkelerin yaptığı gibi her şeyi kitabına uydurarak yapma yoluna da asla sapamaz.

Tarihsel sorumluluğu gereği “kitaba uymak”la mükelleftir.

Tarihte adaleti, emniyeti, ehliyeti ve istişareyi önemsediği için başarılarını kalıcı kılan bir devlet anlayışını yeniden ve güçlü bir şekilde hatırlamak zorundayız.

Yönettiğimiz yerlerde oluşan güvenin temeli beş şeyi korumaya aldığımız içindi: Akıl emniyeti, can emniyeti, mal emniyeti, nesep emniyeti ve din emniyeti…

Bu noktada hiçbir ayrım yapmadı Müslümanlar.

Hindistan’da maymuna tapan birini de aynı güvence korudu kuşkusuz…

Hukukçuların da hukuku olan ana metinler, herkesin koruyucusu oldu…

Hukuk ve siyaset ilişkisinin olmazsa olmaz bir prensip olduğunun en güzel örnekleri verildi tarihimizde.

Hukuk ancak siyasetle “yasa” olabileceğini, siyaset de ancak hukukla “meşru” olabileceğini asla ihmal edemezdi zira.

“Onlar işlerini şûra ile görürler.” (Şûra/42-43) temel inancıyla hatalarını en aza indirmenin yollarını aradılar.

Şansla gelen çabuk gider ama inanıyoruz ki Karabağ zaferi de Libya ve Afrika stratejileri de birer şans eseri değiller.

Savunma sanayisi hamleleri de asla şans eseri olamayacak kadar yüksek bilgi ve teknoloji gerektiriyorlar.

Bunun ne demek olduğunu daha önce başaranlar biliyorlar.

Zira onlar -tecrübelerinden mütevellit- gördüklerini kalorifer peteğine benzetmediler.

En önemlisi de tarihi hep kan ve gözyaşı ile yazılmış olan Mezopotamya’da asla şansa yer olmadığı gerçeğidir.

Yaşananların bir oyun olmadığını en iyi bilen de yine oraları yaklaşık 400 yıl yönetmiş olan bu millet ve onun devleti ile ordusudur…