Seçimlerin üzerinden bir hafta geçti geçmedi; fakat “anti-AKP/Erdoğan” cephesi şoku çabuk atlatmışa benziyor.
“Salim kafayla” yaptıkları ilk gazeteler Salı günü yayınlandı ve o günden itibaren “AKP, asgari ücreti bin 300 liraya yükselt!” ve “Taşeron işçilere kadro verilecekti, n’oldu o iş!” filan diyerek, yani müstakbel AK Parti hükümetinin bunları yapmaktan çekineceğini, yapamayacağını ima ederek yeniden taarruza başladılar.
Ali Babacan’ı dinledim. Faruk Çelik ve Mehmet Şimşek’i de dinledim. Hepsi de gayet müsterih ve kendilerinden emin şekilde -ve Allah’ın izniyle- bunların gerçekleştirileceğini söylediler. Hatta Mehmet Şimşek, “Bize zarar vereceğini bilsek bile biz sözümüzün arkasında durucularız” dedi (Bir tek Ali Babacan’ın sözleri adamları fena tahrik etti, velakin Babacan da tamamen sürece ilişkin teknik bir bilgi vermişti.)
Şimdilerde mezkur cephenin gazetelerinde, televizyonlarında “Asgari ücret eğer bin 300 lira olursa bunun ekonomiye getireceği yük şu kadar olur, işverenler şöyle krize girer” filan deniyor. İş dünyasının, bin 300 liralık asgari ücrete ilişkin AK Parti’den uzlaşma beklentisi filan öne çıkarılıyor (NTV yayınına katılan Maliye Bakanı Şimşek, “Muhalefet asgari ücreti bin 500 liraya, 2 bin liraya çıkaracağını vaadettiğinde biz iş dünyasına ‘Bunların gerçekçi olmadığını çıkıp söyleyin’ dedik, yapmadılar; o yüzden bugünkü taleplerini samimi bulmuyoruz” dedi. Ne de iyi etti.)
Velhasıl, AK Parti’nin evvelce yaptığı ve gelecekte yapma istidadı bulunan ve hemen tamamı halkın hemen tamamı tarafından teveccüh gören her türlü müspet hizmetini bile, muzır işler sınıfında zikretmeye hazır ve zaten teşneler.
***
“Gezi” ve peşinden gelen “Paralel” taarruz üzerine Sancaktar dergisinde yazmıştım; “anti-AKP/Erdoğan” cephesinin halet-i ruhiyesini bir daha göstermek ve 1 Kasım’dan sonra takınmamız gerektiğini düşündüğüm tavra atıfla yeniden paylaşıyorum:
“Psikolojik değil, psikiyatrik bir vakayla karşı karşıyayız şimdi. Bilinçsiz, fütursuz, tedbirsiz, taktiksiz, canhıraş bir taarruz var bugün. Kesinlikle bir varlık-yokluk mücadelesi yok ortada; müttefikleri kim, muarızları kim, onu bile unutmuş durumdalar artık. Sadece, vur, devir, saldır; olmuyorsa çelme tak, çamur at, kafa karıştır… ‘Kime vuracağız?’, önemli değil; ‘Niçin deviriyoruz?’, boşver; ‘Nasıl saldıralım?’, fark etmez… İnternetteki, gazetelerdeki, televizyonlardaki, diğer tüm platformlardaki hal ve hareketleri buna işaret ediyor. Akıl almaz, tanımlanamaz, sebeplendirilemez bir sevinç var hepsinde: ‘Yanıyoor, yanıyoor, ülkemiz yanıyoor…’
(…)
Christopher Nolan imzalı 2008 yapımı Batman filmi Dark Knight-Kara Şövalye’yi izlemenizi tavsiye ederim.
Film Batman’in, Gotham şehrinin altını üstüne getiren Joker’le olan mücadelesini anlatır. Joker, daha evvel kentin başına sarılan diğer tüm belalardan farklıdır. Para istemez, makam istemez, nüfuz istemez; Joker’i herhangi basit bir iş üstündeyken, mesela elma soyarken dahi karşınıza alıp ‘Tam olarak ne yapmak istiyorsun?’ deseniz cevap alamazsınız. Batman’in emektar ve bilge kahyası Alfred bunu şöyle açıklar: ‘Bazı insanlar mesela para gibi mantıklı şeylerin peşinde değildir. Onları satın almak, korkutmak, onlarla anlaşmak ya da pazarlık etmek mümkün değildir. Bazı insanlar sadece dünyanın yandığını seyretmek ister.’”