Cemil Meriç, muhtemelen Rus anarşist yazar Kropotkin’den mülhem, demokrasi hakkında şöyle der: “Demokrasi, ineklerin kendilerini hangi kasapların keseceğini seçme özgürlüğüdür.

Bu söz zihnime ne vakit düşse Sezai Karakoç’un şu dizeleri peşinden gelir:

Ey Yeşil sarıklı ulu hocalar, bunu bana öğretmediniz

Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı

Günlere geldim, bunu bana öğretmediniz

Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı

Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim

Bunu bana söylemediniz!

Bir asrı bulan demokrasi tarihimize dönüp baktığımda anlıyorum ki bu dizelerdeki anlamı kavrayıp içselleştirmek için Hızırla kırk saat geçirmeye hiç de lüzum yokmuş. Demokrasi ile yönetilmek yeterli imiş!

…..

Hala sebebi tam olarak anlaşılamamakla birlikte kendi ifadesiyle “şaşkınlık verici” bir şekilde Nobel edebiyat ödülünü almış, I. Dünya Savaşının stratejistlerinden, II. Dünya savaşının kilit adamlarından Winston Churchill, “Demokrasi en kötü rejimdir, diğerlerini saymazsak” diyerek ironik bir dille demokrasinin belki de en fazla ehven-i şer olabileceğini kabul eder.

Aristo’da yönetimleri iyi ve kötü yönetimler diye ikiye ayırır ve -ilginç midir bilmem- demokrasiyi kötü yönetimler arasında sayar.

…..

Biz o kitapta her şeyi açıkladık” ilahi kelamı orada dururken insanların birbirlerini en çok “ısırdığı” meselelerin başında gelen iktidarın nasıl tespit edileceği hakkında, Kuran’ın neredeyse somut hiç bir şey söylememesi beni her zaman düşündürmüştür.

Kitab-ı Mübin, bir form olarak iktidarın nasıl belirleneceği hakkında somut ve değişmez bir kural koymayarak bu meseleyi insanların uhdesine bırakmıştır. Zira Kuran’ın yönetimin belirlenme şekliyle ilgili açık bir hüküm barındırması, bu dinamik alanın statikleşmesi demektir. Oysa siyasi erkin nasıl tespit edileceği meselesi, zamana ve toplumsal ihtiyaçlara bağlı olarak değişebilmektedir.

Son dinin Maliki için yönetim salt bir amaç değil, dinin hedeflerinin (makâsıd-ı şeria) gerçekleştirilmesi için araçtır. Yeryüzünde iyiliğin ve adaletin hakim kılınması,  fitne ve fesadın önüne geçilmesi, hak ve özgürlüklerin korunması, inancı ne olursa olsun insan onurunun zedelenmemesi İslam’ın öngördüğü devletin temel felsefesini ve gayesini teşkil eder. İdeal bir İslam devletinde müslimler kadar gayr-ı müslimlerin de hakları kutsaldır.

Bizim için talihsiz olan şudur ki siyaset felsefesi (imamet) konusunu bir problem haline getiren ve ilk kez teorileştiren Şii gelenek olmuştur. İslam kamu hukuku hususunda ilk konuşanlar, Hişam bin el-Hakem (815) ve et-Temmâr (795) gibi Şii düşünürlerdir. Bu konunun İslam düşüncesinin serencamında, bağımsız bir bilimsel çaba olarak değil de Şii nazariyeye anti tez şeklinde ortaya çıkmış olması onu her bakımdan sınırlandırmıştır. Bu tepkisel tavır, siyaset teorisi ve kamu hukuku gibi iki önemli konunun hem metodolojisini hem de muhtevasını etkilemiş ve dinin özüne mutabık evrensel bir kuramın ortaya çıkışını geciktirmiştir. Bununla birlikte bugün elimizde bulunan ve  Mâverdi’nin (1058) kaleme aldığı el-Ahkâmu’s-Sultâniyye adlı muhallet eser, kendisinden sonrakilerin üzerine kayda değer bir şey koyamadığı bir başyapıt niteliği taşımaktadır.

Paragrafın başına dönecek olursak biz bu konuda ne komünist anarşistler ne Hristiyânî anarşistler ne de bir kısım Hariciler gibi düşünüyor değiliz. Demokrasiye alternatif olarak sunulan ve en ideal yönetim biçimi şeklinde takdim edilen anarşizmin, bir distopya olmasa da ütopya niteliği taşıdığının farkındayız.

Meselenin özü şu ki ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin insanı yöneten yine insandır. İnsan, insanın ne kulu ne de kurdu olmalıdır. İnsan, insanın aynasıdır! Aynayı içimize tuttuğumuzda yansıyan şey vicdandır. Çünkü vicdan, içimizdeki Tanrıdır.

Baki selam…