“Âdemoğlu nisyanla maluldür” derler. Yani ki unutmak diye bir hastalık vardır insanoğlunun başında. Unutur, çabuk unutur ve kolay unutur. Hem de çoğu vakit hiç unutmaması gerekenleri unutur. Ve bazen “unutmak da nimettir” dediğimi biliyorum ve halen dahi bu sözümün hakikat olduğunu da kabul ediyorum. İnsanoğlu unutmak diye bir haslete sahip olmasaydı şayet aklını yitirirdi elbette. Lakin unutmamamız gerekenler, bir an olsa hatırımızdan çıkarmamamız gerekenler de var ve çok fazlalar inan ki.
Şubat dediğimiz ay diğer her aydan soğuk geçer diye söylediler çok daha evvel. Şehadet ayıdır diyenler de oldu. Bu ayı hatırlarına getirdikçe hüzünlenenler, gözlerinden yaşlar dökenler de. Zor zamanları yaşayan ve zorla yaşayan insanlar vardı zira. Bizim bugün huzur ile yaşadığımız bu topraklarda onlar bizim için, huzurumuz için, inancımız ve inandığımız gibi yaşamamız için kendi huzurlarından ve hatta hayatlarından feragat edenler oldu. Onlara rahmet olsun. Zira itikadımca böyle bir dava ve böyle bir dert için canlarını verenler ölmeyen ölüler taifesine katılmışlardır çoktan.
Daha önce de söyledim sana ve daha önce de yazdım lakin tekrarında bir beis olmadığı kanaatindeyim. Zira bir çocuğun zihninde inandığı gibi yaşıyor diye dışlanan, horlanan, aşağılanan ama yine de davasından vazgeçmeyen insanlar ne manaya gelir görünsün istiyorum. Ve daha evvel söylediğimi tekrar ediyorum.
“Şöyle bir zamandan bahsediyorum sana, şöyle bir dönemden: ki bunlar şahit olduklarım, gördüklerim, işittiklerim ve tecrübe ettiklerimdir. Doksanlı yıllarda büyümüş benim gibi Anadolu’nun bilmem hangi şehrinden çıkıp da büyük şehirlere gelen ailelerin çocukları; daha net söyleyeyim ya hu; inançlı Anadolu çocukları o vakitte üvey evlat bile değil bir sığıntı muamelesi gördüler. Kendilerinden ve inandıklarından utandırıldılar. Daha tazecik zihinlerine bir zehir zerk edildi ki halen dahi o zehir tam manasıyla temizlenmiş değildir. Ve inan o zehri temizlemek öyle kolay da değildir. İnandığı gibi yaşıyor diye okullarda okuyamayanlar, başlarında suni iplerden yapılmış saçlar taşıyanlar, kapısının önünde polislerin beklediği okullarda okuyanlar, hepimizin annesi, babaannesi gibi başında örtüsü var diye oğlunun yemin töreninde askeriyenin içine alınmayıp da kapının önünde diz çöküp de ağlayanlar, namaz kılıyor diye askeriyeden atılıp işsiz ve aç kalanlar… Haklının güçlü değil, güçlünün haklı sayıldığı zamanlar… Neyse… Bilenler o günleri daha iyi anlatıyorlar zaten. Bunu anlatmak bana düşmez ve düşmüyor da. Ben başka bir şey anlatayım sana, kendimle ilgili bir şey…
Halen dahi hatırladıkça içimi sızlatan, gönlümü daraltan ve uykularımı kaçıran bir hatıram var o günlere dair… Doksanlı yıllarda ilkokulda okuyan bir öğrenciyken yani belki yedi belki sekiz yaşındayken ve şimdiki halim gibi değil masumken o zaman, ismini şimdi hatırlayamadığım ama yüzünü hiç unutmadığım bir bayan öğretmenim her fırsatta başı örtülü olanlarla ilgili yani benim gibi o sınıftaki birçoğunun annesi, ablası, halası, teyzesi ile ilgili hakarete varan ve aşağılayıcı sözler söylerdi. Sırf o yüzden ne beni almaya ne de bir toplantıya annemin gelmesini hiç istemezdim, saklardım, saklanırdım. Daha açık söyleyeyim küçücük bir çocuğu annesinden utandıracak bir zamanı yaşadı ben gibi olanlar. Hatırıma geldikçe içim acıyor, uykularım kaçıyor ve anneme hiç söylemesem de her seferinde özür diler gibi öpüyorum ellerinden.”
Ben hiçbirini unutmadım bunların ve unutmayacağım da. Zira unutursam ihanet etmiş olacağım kendi çocukluğuma, unutursam gözyaşlarıma ve unutursam kapıların önlerinde bekletilen analara ihanet etmiş olacağım. Ve her defasında haykıracağım;
Unutursak kalbimiz kurusun…