Şimdi, Cumhuriyet sonrasında üniversitelerin yeniden yapılanması konusuna kısaca değinecek olursak; Cumhuriyetin ilanından sonraki ilk yıllar ülkenin genel yapılanmasıyla geçtikten sonra, 1930 yıllara gelindiğinde İsviçreli bir profesör olan Albert Malche Türkiye’ye davet edilerek o döneme kadar Türkiye yükseköğreniminin temel kurumları olan medrese ve Darülfünun kapatılarak onların yerine farklı adlarla üniversiteler kurulmuştu. Aslında bu değişiklik o gün sadece bir tabela değişikliği anlamına geliyordu. Çünkü aynı hocalar, tarafından aynı müfredat ve aynı fiziki mekânlarda dersler verilmeye devam ediyordu.
1933 yılında ise İstanbul Darülfünunu bir tabela değişikliği ile İstanbul Üniversitesi adını aldı ve onlarca öğretim üyesi o günkü adıyla `müderris`in görevine son verilmiş oldu. Bu icraatın yıllar sonra 1980 askeri darbesinin 1402’likler adıyla sağcı, solcu veya İslamcı yaftasıyla yüzlerce öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırmasıyla devamı gelecekti. Hocaların üniversitelerden toplu olarak ideolojik sebeplerle uzaklaştırılmasının diğer bir örneği de 28 Şubat askeri darbesiyle ortaya çıkacaktı. Anlaşılan, birileri resmi ideolojinin standart söylemi dışına çıkılmasını istemiyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nda zulme maruz kalan Almanyalı Yahudi bilim adamlarına Türkiye kapılarını açmıştı. Bu kapsamda toplam 142 bilim adamı Türkiye’ye getirilmişti. Erich Auerbach, Oliver Davies, Ernst von Aster, Heinz Heimsoeth, Hans Reichenbach, Ernst Hırsch, Neumark ile Curt Kosswig bu isimlerden bazılarıdır. Bugün başta hukuk ve maliye olmak üzere zoolojiden entomolojiye kadar muhtelif alanlarda bu bilim adamları tarafından yeni kurulan `kürsüler`, ülkedeki belirli alanlarda bilim hayatının gelişmesi ve üniversitelerdeki geleneklerin oluşmasında etkili ve söz sahibi olmuştur.
1970-80 yıllarına gelindiğinde ise artık Türkiye üniversitelerinin genel tablosunun, istisnalar bir kenara bırakacak olursak, teknoloji veya bilgi üretmeye yatkın olmadığını görülmektedir. Bunun yerine, hazır olanı aktarma veya basit çevirilerle geçiştirme gibi yanlış yollar tutulacak); akademisyenlerin adeta “bilimsel bilgi” kaygısı taşımadığı uzun yıllar geçecekti; özellikle sosyal bilimler alanında bu eğilimin, yani rehavet ve kaygısızlığın oldukça açık olduğunu ifade edebiliriz.
Neden böyle olmuştu ve oluyordu: Çünkü üniversiteler, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yeni resmi ideolojinin taşıyıcısı olarak toplumu yönlendirecek bir araç olarak görülüyordu. Diğer bir ifadeyle, onlar “toplum mühendisliği”nin yeni taşıyıcıları ve araçları idi. Şu halde işin ta başından beri üniversitelerin teknoloji veya bilimsel bilgi üretme merkezleri olarak tasarlanmadığı veya böyle bir iddia taşımadığını, bilim ve teknolojinin değil sadece Batı kültürünün transfer araçları olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.
Hukuk, felsefe, sosyoloji gibi alanlarda bir yandan Batı ülkelerindeki demode tartışmalar 20 yıl sonrasında ülkemize getiriliyor ve güncel değeri olmayan bu tartışmalar aynı zamanda Türkiye’deki ideolojik gerginliğin bilimsel (ilmî) çalışmalara yansıdığı sahalar oluyordu. Hatta, Batı’da 1960’lı yıllarda terkedilen ve bilimsel olmaktan ziyade ideolojik olan tartışmalar, 1980`lerde bile sanki hala yeni gelişmelermiş gibi aktarılıyor ve ders kitaplarında yer tutuyordu.
Diğer taraftan bu dönmede ve özellikle 1960’lı yıllarda fen ve teknik bilimler alanında sevindirici gelişmeler kaydedilmektedir Mesela, Yüksek Mühendis mektebinin 1944 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi olarak isminin değiştirilmesi ile yeni dönemde önemli bir adım atılmıştır. 1955 sonrasında Menderes Hükûmeti önemli bir Yükseköğrenim seferberliğine girişerek bugün de hayli ağırlığı olan bazı üniversiteleri kurmuştur.
Ege Üniversitesi (1955), Karadeniz Teknik Üniversitesi (1955), ODTÜ (1956), Atatürk Üniversitesi (1957), Hacettepe Üniversitesi (1957) yılında Boğaziçi Üniversitesi ise zaten 1800’lerden beridir var olan Robert Kolejinin devamı olarak 1971 yılında kurulmuştu.
1973-1981 yılları arasında ise Anadolu’da 10 üniversite kuruldu.
1990’ların başlarında Özal döneminde açılacak 19 yeni üniversite işin başında tam anlamıyla bir felaket olarak adlandırılıyor ve büyük tartışmalara sebep oluyordu. Aslında bu tartışma, sadece akademik kalitenin düşeceği endişesinden kaynaklanmıyordu ve üniversitelerdeki birçok kürsünün belirli aileler, akraba veya ideolojik ilişkilerle örgütlenmiş olması dolayısıyla, yeni dönemde yeni kadroların bu tekeli yok edeceği düşüncesine de dayanıyordu.
Üniversite ortamları, sadece bilimsel düşüncenin üretilebilmesini değil, gerçek anlamda bir rekabetin varlığını ve farklı görüş ve yaklaşım çeşitliliğinin varlığını gerektirir. Aksi halde, düşünce dünyası üzerindeki tekeller, orijinal düşüncelerin ortaya çıkmasını engelleyerek sabit fikirlerin, demode görüşlerin ya da ezberlerin tekrarlanmasına yol açar. Dün için, Türkiye’de çeşitliliğin ve rekabetin sağlanabilmesi için bir yandan akademik dünyanın ihtiyacı olan yeni öğretim üyelerinin yetiştirilmesi ve bunun yanında, metropoller dışında diğer şehirlere de dağılan bir yapının kurulması elzemdi. Bugün için bu yapının bir ölçüde kurulduğu söylenebilir; ancak ideal hedeflere ulaşıldığı söylenemez…