Hayaller kuruyorum kâri. Öyle büyük, çok büyük hayaller değil. Aslında küçük ve masum… Olması gereken, fıtrata uygun, insana uygun ve insanlığa uygun… Kendimce hayaller, kendime göre hayaller… Bir Bosna’nın rüzgarlı dağlarında bir Türkistan’ın sarı bozkırlarında kurulmuş hayaller… Gazze’de mesela silah seslerini tanımamış, hiç duymamış çocukların ellerinden tutup, Somali’de “doydum” diyebilecek çocuklarla safran rengi bir günde oturup, Halep’te yalnızca çocukların kumdan yaptığı evler yıkılırken, Doğu Türkistan’da bir baba küçük çocuğunun elinden tutup namaza gidebilirken… Mesela enkazların altında çocukların kalmadığı hayaller, kadınların kimsesiz bırakılmadığı, daha onlu yaşlarındaki çocukların canlı bomba olmadığı… Dün olanların bugün unutulmadığı, babaların vurulmadığı, çocukların aç uyumadığı bir hayal. Böyle bir dünyayı hayal etmek bence namuslu, haysiyetli ve merhametli olmak demek. Ve zannediyorum ki böyle hayalleri kuranlar daha ziyade bizim topraklarımızda yaşayanlar. Yani ben, yani sen, yani biz… Asırlık bir hayal ve dava; insanı yaşat ki devlet yaşasın. Doğru ve çok büyük mefkûre bence de ve elbette. Ama bu gün bunca zalim, bunca vahşi dünyada yetersiz belki de. Ve bence devamı da olmalı; çocuğu yaşat ki insan yaşasın ve insanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ve benim kanaatimce bütün hakikatler bir hayalle başlıyor. Hayal etmeden bir dünya kurulmuyor. Yani büyük davalar, mefkûreler büyük hayallerin ürünü. Ve biz iki asırdır hayal kurmayı unuttuk, vazgeçtik. Ve vazgeçtiğimizden beri başkalarının hayallerini yaşamaya mecbur kaldık. Ve onların hayalleri, vahşi bir dünya, çiçek değil ölüm kokan bir dünya… Rahat bırakın çocukları, hayaller kursunlar, büyük hayaller, masum çocukların ölmediği, babaların akşam eve geldiği hayaller. Bana Halepli Ümran bunları düşündürdü. Onun, Aylan’ın, Esma’nın, Utku’nun yüzünde kan değil tebessüm olan bir dünya nasip et Allah’ım.
Ben Ümran’ın yüzüne baktığımda kendi kızımı gördüm hep. O koltukta otururken kana boyanmış güzel yüzüne sürdüğü o küçücük eli kızımın eli, kan bulaşmış ufacık parmaklarına bakan masum ve şaşkın gözleri kızımın gözleriydi. Kan kızıla boyanmış yüzünde kendimden bir parça gördüm. Ama tutamadım ellerinden. Dokunamadım. Utandığımdan yüzüne bakamadım.
Ümran’ın babası! Nerdesin? Neden tutmuyorsun Ümran’ın kana boyanmış ellerinden? Yüzünden akan kanı neden silmiyorsun? Neden kucağına alıp sarılmıyorsun? Çok korkmuş, neden alıp saklamıyorsun onu? Ümran’ın yüzünde kan var, gözünde korku… Çocuklar ellerinden babası tuttuğunda korkmazlar. Neden tutmuyorsun ellerinden?
Ben Ümran’ın yüzüne baktığımda kendi kızımı gördüm. Ve utandım kızımı kucağıma alıp da oynamaktan, salıncakta sallamaktan mesela… Zira Halep’te çocuklar kucaklarına atılacakları bir baba bulamıyorlar, babalar kucaklarına alacak çocuk bulamıyorlar. Halep’te salıncak yok, oyuncak yok, enkaz var, ölüm var, zulüm var Halep’te. Ve Ümran’ın babası yanında yok.
…
Şimdi tanıyoruz bu çocukları, doğru. Ama bundan bir kaç sene sonra bu yazıyı okuyan olursa şayet kim olduğunu bilmeyecek ve hatırlamayacak diye anlatayım. Ümran Halepli bir çocuk. Küçük, küçücük ve öyle güzel ki gözleri. Yüzlerce başka çocuğun cennete uçmuş halde çıkarıldığı enkazın altından o yaralı çıkarıldı. Ve bir ambulansın koltuğuna oturttular onu. Hiç ağlamadı, hiç konuşmadı. Küçücük yüzünün bir yanı kan içindeydi. Sadece elini kanayan yüzüne değdirdi ve baktı eline. Öylece baktı ve kopmadı kıyamet.
Ve şunu da soracak belki yıllar sonra bu yazıyı okuyanlar; “e bütün bunlar olurken, çocuklar bombaların altında can verirken siz neredeydiniz?”
…
Bunları yazmak için geç kaldığımı düşünenler olacaktır. Esasen bu yazı vaktinde yazılmıştır. Ama beklemek gerekmiştir yayınlamak için. Hem hüznün, acının, kederin vakti yok ki!