Salgın boyunca rutinlerimizi sorgulamamız, biraz olsun yavaşlamamız, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerektiğinden konuştuk.

Ne kadar yapabildik?

Lüzumsuzca tüketmeyeceğimiz verimli hayat tarzına ne kadar yaklaşabildik?

Ford, 1900’lerin başında ‘’otomobili demokratikleştireceğim’’ demişti. Bir şeyin demokratikleşmesi, o şeyin herkes tarafından kullanılabilmesidir. Yahut dürüst bir ifadeyle; seçilmiş-değişken çıkarlara göre sömürülebilmesi…

O günden bugüne, devamlı evrim geçiren soyut bir teknoloji formu olarak betimleyebileceğimiz ‘’tüketim’’ olgusu da vahşice demokratikleşti. Daha doğrusu ‘’demokratikleşme’’ üniformasıyla, özgürlük iddiasındaki iradelerimizi işgal etti. Yalnızca meta odaklı işlemedi üstelik. İmaj ve ideal bazında da insan neslini emri altına aldı. Tiranlaştı ve toplumun her kesimine hitap ederek kullanışlı bir güç göstergesi haline geldi…

Baudrillard, Marksizm ile sıcak temas kurduğu dönemlerde, tüketim toplumunun (var)lık endişesini nesnelerle, nesnelerin kullanımıyla ilişkilendirmişti. Tüketen topluluklar, bağımlı oldukları nesneleri yok etmeden kendi yaşam alanlarını inşa edemezdi. Var olmak için tüketmek şarttı…

Mevzu hepimizin bildiği gibidir yani.

Tüketmek, bir zorbalık biçimi olarak; hayat akışında sağ kalmanın ve sarsılmaz bir pozisyona ulaşmanın reçetesi tayin edilmiştir.

Sermaye oligarşisi, biz hastalıklı kalabalıkların ihtiyaç duyduğu objeleri nefsimize sunar. Kâr marjı yüksek, risk oranı düşük bir girişimdir bu. Zira gerekli Ar-Ge çalışmaları çoktan tezgâhlanmıştır. Arzu dürtülerimiz türlü telkin araçlarıyla acıktırılmış vehür irademiz uydurma ihtiyaçlar edinmiştir. Artık prodüksiyon sürecinin ortağı olmuşuzdur. Bedavaya ürettiğimiz fason ihtiyaçlar, kapitalizm çarkından geçerek pahalı ve şaşaalı servislerle önümüze konulur. Biz de onları tüketerek kendi güvenli bölgemizi kurup, ontolojik vesveselerimizi susturduğumuzu zannederiz…

Şunu da ekleyelim:

Her tüketim faaliyeti, yeni bir tecrübe demektir aynı zamanda. Kişiliğe varlık ve statü katan her yeni tecrübeyi yutmak istiyoruz. Fakat tüm o deneyimler, kural koyucu lüks yaşamları daha da lüksleştiren doyumsuz dehşeti tatmin ediyor özünde. Tüketerek/sömürerek aştığımız her tecrübe, tıkıştırıldığımız tektip yaşam kalıbında bizi daha görünmez kılıyor. Harcayarak sıradanlaşıyoruz. Değer kaybediyoruz. Hareket alanı sınırlı zihinlerle farklılaşıyoruz. En nihayetinde sahte (varoluş)lara ve taklit (statü)lere tav oluyoruz.

Bir noktada Bocock’a katılmak mümkün:

Bu oburluk, dehayı dehadan ayıracak ve cemiyet düzenini kalifiye bir gelişime açacak seçkin vasıfları yok ediyor. Şahsiyetimiz ve kabiliyetlerimiz köreliyor. Sürekli çoğalan ‘’paketlenmiş deneyim’’ler, sosyal organizasyonun her sahasında, kişilerin/toplumların fikir ve fiillerindeki orijinal karakteri küflendiriyor. Paketlemeyi değil paketlenmişe bağlanmayı öğreniyoruz. Öğrendikçe alışıyor, alıştıkça bu zavallılıktan zevk alıyoruz.

Sonuç itibariyle mutlak gayeden, asıl varlık sebebimizden uzaklaşıyor; Hakikat’e yabancılaşıyoruz. Geçici ve yıpratıcı doyumlarla heba oluyor, savruluyoruz. Ömrümüzü hiç uğruna nasıl tüketeceğimizi bize dayatan aldatıcı albenilere kapılıyoruz…

Dünyaya bakışımız ve yapmak zorunda olduğumuz tercihler endüstrileşmiş durumda. Bize görkemli yalanlar vaat eden, sun’i mutluluklar satantüm yaşama biçimleri; cezbetme ve ayartma üzerine kurulu. Bunu Bauman’dan öğrenmemize gerek yok. Tarih boyuncayeni yöntemler geliştirerek şiddetini arttıran bir beladan söz ediyoruz.

Belki de tantanalı gevezelikler yerine tek bir Büyük sözü bizi kurtaracak. Bu beladan sıyrılmışların, ermişlerin, erdirmişlerin ikazlarına kulak asarak kendimizi koruyacağız:

-Bu bana lazım değildir, diyen rahat eder…