Ah nerede o eski Ramazanlar!” öykünmeleri eşliğinde bir Ramazan’ı daha eskittik çok şükür. Her ne kadar cennet vatanımızın birçok cennet köşesinde “nesî” uygulaması örnekleri görülse de, halkımızın kâhir ekseriyeti, imsaktan iftara orucunu tuttu; Şaban’dan Şevval’e geçiş yapmadı.
Ramazan’ın ekranlardaki tezahürü her zamanki gibi bizlere özgüydü. Çok kıymetli hocalarımız, on bir ayın hesabını imsak ve iftar saatlerinde görmeyi âdet edinen kanallarımızda halkımıza hitap etti. İtiraf etmek gerek, ekranlardaki o eski acemiliklerini atmış hepsi. Hocalarımız, meydanları dolduran kalabalıkların en çetrefilli farazi sorularına, bir önceki bin yılın cevaplarını yuvarlayarak verdi.
Bazen hatlar gidip geldi, reklamla program birbirine girdi. Hocanın, abdestin alınışını anlatıp teşt-i abdestten aldırdığı suyun ıslattığı uzuvlara dikkat kesilmişken, ağda reklamındaki hanım ablanın uzuvlarına geçilmiş olundu. Kumanda bulanana kadar da kolların iyice ıslanması için ovulmasına gerek kalmayabileceği öğrenildi.
Faizin ferdî ve ictimâî zararlarını konuklarıyla beraber ele alan hocamızın “Bizden ayrılmayın, reklamlardan sonra birlikteyiz” cümlesini kaçıran hanım ablalarımız; iftara dakikalar kala, mübarek Ramazan bayramında, “en hesaplı bayram kredisi”ni verdiğini iddia eden bankanın reklamında oynayan hanım kızımızla beyefendi oğlumuzun ferdî ve ailevî saadetleri karşısında derin çelişkiler yaşadı. Sakın hoca faiz değil de “ribâ” demiş olmasındı!
Bir başka kanalda, bir başka hocamız nemli gözlerle Cennet nimetlerini anlatıyordu. Hoca “Cennet!” diyordu. Salondakiler “Allah’ım bize de nasip et!” diye yalvarıyordu. Hoca “köşkler, ırmaklar, meyveler, huriler, rahat, huzur…” diye tasvir ediyordu. Salondakiler ve ekran başındakiler gözyaşlarına boğuluyordu. Yönetmen “Şimdi tam sırası” diyordu. Hoca, kâğıt havlu rulosundan bir parça koparıp gözlerini kurularken “Az sonra!” diyordu. Akdeniz’in harika kumsallarının birinde, aheste adımlarla bir huri(!) yaklaşırken kanepemize doğru, kamera da huriye odaklanıyordu. Masallarda anlatılan köşklerin sahiplerine parmak ısırtacak cinsten bir otelin mutfağından harika lezzetler gözlerimizi süslüyordu. Irmağın şelaleye durduğu yerde yarı çıplak erkekler ve kadınlar, ellerindeki aşk şaraplarında yudumlayıp, türlü meyvelerden tadıyordu. Perde kapanırken duyulan ses “Tatilinizi rahat ve huzur içinde geçirmeniz için…” diyerek bitiriyordu. Aman Allah’ım, hocamız ne güzel de tasvir ediyordu!
Dedim ya, hatlar bazen gidip geldi. Bazılarımız gidince, bazılarımız gelince kendine gelemedi: Mesela, iftar saatine dakikalar kala hocamızın yayına ara verdiği o kısacık arada; hanım kızımız mı dondurmayı çıtırdatıp yerken bize göstermeyecekti yoksa biz mi içimiz geçinceye kadar bakıp günaha girmeyecektik? Hocanın kabir azabının ateşinden koruduğunu söylediği dua mı okunacaktı, yoksa hocanın okuduğu duanın yazılı olduğu kefen mi alınacaktı? İşlenen cinayetlerden Kabil mi sorumluydu, yoksa küresel sömürgeci emperyalistler mi? İnsan konuşan bir hayvan mıydı, yoksa namaz kılmayanlar hayvan mıydı? Suriyeliler helak edilen kavim miydi yoksa masum muhacirler mi? İmsak, beyaz ip siyah ipten ayrılıncaya kadar mıydı yoksa kırmızı ip şafağı kaplayıncaya kadar mı?
Neyse ki sonlara doğru kendimize gelebildik. Kan vermenin orucu bozmadığını öğrendiğimize göre kan akıtmanın da bir sakıncasının olmayacağına hükmettik. Önce Şam, sonra İstanbul, Kadir gecesinde de Bağdat’ta ilmimizle amel ettik. “Ramazan hilalini çıplak gözle mi teleskopla mı göreceğiz?” tartışmaları arasında patlıyordu az daha Ravzay-ı Mutahhara.
Ya Rabbe’l-âlemin! Bizleri mübarek üç aylara kavuşturduğun gibi, kaybettiğimiz aklımıza ve insanlığımıza da kavuştur.
Kavuştur ki bayramlarımız da “bayram” ola! Âmin.
(Yoksa zalim adamın üç günlük ateşkesi ile ölümlerin durmasından anlayacağız bayramın geldiğini. Yoksa adam o kadar da zalim değil miydi?)