Güneş usulca inzivaya çekiliyor. Gökyüzü bütün kararsızlığıyla perdelerini çekiyor yavaş yavaş. Gündüz, geceye kavuşacak olmanın heyecanıyla eriyip gidiyor. Nişancı’daki Münzevi Dergâhı’nın haşmetli maneviyatını omzuma yükleyerek ölü yahut diri desen desen nefs barındıran Eyüp sırtlarına iniyorum. Günahlarımı yüzüme çarpan serin bir rüzgâr… Kana kana emiyorum.
Yol arkadaşım; kefen niyetine yeşil bir hastane bezine sarılmış, tabut niyetine de alelade bir poşete kondurulmuş ve ölüm nefesini anne karnında içine çekmiş üç aylık bir yavrucak…
Koca İstanbul’da başka mekân bulamamış flört virtüözlerini arkamda bırakarak, sonsuzluktan haber veren taşlarla örtülmüş meşhur yokuşta yol alıyorum. Her bir taşın çatlarcasına haykırdığını duyuyorum:
-Ölüm var!
Kimi ihtiyar, kimi taze; sıra sıra içtimaya dizilmiş mezar taşları, donuk bir nazar ile ruhumun en derinine mıhlanmış, hâlime acıyorlar sanki.
Gözlerimi kaçırıyor, bir ahmak gibi ölümden kaçmaya yelteniyorum.
Nihayet rahmetli dedeciğimin kabrine varıyorum. Evvela selam verip, hasret gideriyorum. Sonra dua ediyorum dilimin döndüğünce. Son bir kez hastane bezinden ‘’kefeni’’ aralıyorum. Son bir kez bakıyorum cenin pozisyonundaki minik cesede. Gözler, eller, kollar, bacaklar, ayaklar… Ruhumu sarsan bir irtiaş zuhur ediyor bünyemde. Fıtrat-ı İlâhiye’nin ihtişamıyla kül oluyorum.
Tekrar duymaya başlıyorum…
Olanca cansızlığına rağmen sanki benden daha diriymiş gibi, asil ve halinden memnun bir eda ile ‘’taşlara’’ eşlik ediyor:
-Ölüm var!
Gözlerimi tekrar kaçırıyor, araladığım kefeni eski hâline getiriyorum. Doğruluyorum. Parmak kadar bir masum gömeceğiz tabii. Kürekle değil de ellerimle kazıyorum rahmet kokan kara toprağı. Kazdıkça kendimden geçiyor, hâlimden iğreniyorum. Daha nefes bile almadan geldiği yere giden yavrucağı, tam 70 yıl bu dünyanın ceremesini çeken dedeciğinin yanı başına gömüyorum.
Sonrası klişeleşmiş vedalar…
Bir lâhza kafamı kaldırıyorum yukarı doğru. Tıkanıp kalıyorum. Zamanın her an ölüp her an dirilişine şahit oluyorum. Ben yokmuşum gibi insanlar geçiyor etrafımdan. Kimileri fotoğraf çekiliyor, kimileri devleti kurtarıyor laf ebeliğiyle. Kimileri de el ele tutuşmuş vasat aşklarını perçinliyor güle oynaya.
Çok geçmeden kendime geliyorum. Devam ediyorum yürümeye. Bir ara, tok ve bıkkın bir ses duyuyorum:
-Pierre Loti’ye ne kadar kaldı?
Beynimin içi, bu basit fakat yıkıcı soruyla yankılanıyor. Kafam kurcalanıyor, anlam veremiyorum. Çok değil, birkaç dakika sonra, bu bir yığın ölüyü terk ettiğim vakit, aynı gafletten nasibimi alacağımı bilmenin vermiş olduğu acziyet ve ıstırapla kendime soruyorum:
Hakikatlerin en derinine dalıp satıhların en sahtesinde kaybolmak… Varlık aynasının süzgecinden geçip yokluğun aldatıcı akislerine saplanmak… Bir med cezir tavrıyla nefsi yoklayan ölüm dalgalarının üzerine, ölümsüzlük şurubu yutmuş edasıyla koşmak…
Bu hâl, diyorum, bu nasıl bir hâldir?
Ölümün ve hayatın birbirinden ayrıldığı (ve aynı zamanda birleştiği) bu mücerret çizgiden teğet geçip; hiç ölmeyecekmiş, o görünmez çizginin mavera cephesine hiç adım atmayacakmış gibi, dalalet dolu bir berhayat tipine bürünmek…
Cevap bulamıyorum.
Aklıma yine burada metfun bulunan merhum Necip Fazıl geliyor:
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…
Kısık ve çatallaşmış bir sesle bu dizeleri mırıldanıyorum.
Ardından uyanıyorum(!)
Gerçekliğin şefkatli ateşinden ağır adımlarla uzaklaşıp, hiçliğin kavurucu gölgesine doğru yol almaya devam ediyorum…