Sanayi Devrimi ile birlikte tarih çok hızlandı. Yaşanan iki dünya savaşı da uluslararası güçlerin, hızla dönüşen dünyadan elden geldiğince çok pay kapmaya çalışması neticesinde yaşandı. Savaşın galibi ise sadece pastadan daha büyük pay kapmıyor, aynı zamanda dünyadaki ekonomik sistemin “nasıl olacağına” da karar veriyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi olan ABD, dünyadaki ekonomik sistemi de Bretton Woods’ta kendi elleriyle tesis etti. İki dünya savaşında çok yıpranan Avrupa ekonomisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki 30 yılda kendisini toparladı ve verimlilikte ABD seviyesine ulaştı. Bu dönem daha sonraları Fransızlar tarafından Les Trente Glorieuses, yani Muhteşem Otuz (Yıl) olarak anılmaya başlanacaktı. ABD yine bu dönemde Bretton Woods sisteminin kendisine sunduğu ayrıcalıkların da sayesinde hâkimiyetini ve gücünü pekiştirdi.

ABD ve Avrupa’nın, 1940’lardan 1970’lere kadar ekonomik açıdan oldukça iyi bir performans göstermesinin arka planında birçok neden bulunuyordu. Fakat verimlilik artışı bunlardan birisi değildi. Bu ülkeler genel anlamda mevcut kapasitelerini genişleterek ekonomik büyüme sağlayabilmişlerdi. Keza Doğu Asya “mucizesi” de böyle yaşanmıştı. Bu şekilde ekonomik genişlemeye “yatay büyüme” diyebiliriz.

1970’lere gelindiğinde bu yatay büyümenin sınırlarına ulaşıldı. Gidecek yer kalmadı. Yaşanan iki petrol krizinin bu durumla direkt olarak bir alakası yoktu. Yatay büyümenin sınırlarına gelindikten sonra mevcut ekonomik genişlemeyi koruyabilmek için yapılması gereken şey verimlilikte artış sağlamaktı. Bu şekilde büyümeye de “dikey büyüme” diyebiliriz. Fakat dikey büyüme, yatay büyümeye göre çok ama çok zordur. “Orta gelir tuzağı” da tamamiyle bu zorluktan kaynaklanmaktadır.

Sanayileşmiş ülkeler bu açıdan 1970’lerde denizi bitirdiler, daha sonra da dikey büyümeyi sağlayamadılar. Böylece büyüme oranları 1970’li yıllardan sonra -kalıcı olarak- düştü. Bu ülkeler 1950’ler ve 1960’larda yılda yüzde 4-5 oranında büyürken, 1970’lerde oran yüzde 3’e, 1980’lerde ise yüzde 2’ye düştü. O zamandan 2008 krizine kadar da bu seviyelerde kaldı. 2008 kriziyle birlikte de çok daha kötü bir duruma düştüler.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Bretton Woods sistemini kurarak tarz-ı kapitalizmi tesis eden” ABD, bu sistemin sınırlarına ulaşılması dolayısıyla kurduğu sistemi bir başkasıyla ikame etti. Bu yeni sistemin adı ise “Washington Konsensüsü” oldu. Bir başka deyişle neo-liberalizm. Kurulan bu yeni sistemin temel amacı ise sanayileşmiş ülkelere yeni “pazarlar” (ticari ve finansal pazarlar) kazandırarak sınırlarına gelinmiş olunan yatay büyümenin ömrünü uzatmaktı.

Böylece 1980’lerde neoliberalizm sanayileşmiş ülkelerde hâkim anlayış haline geldi ve bu ülkelerde “finansal pazarlar” oluşturuldu. Diğer taraftan da neoliberalizm IMF ve Dünya Bankası yoluyla gelişmekte olan ülkelere, yani “yeni pazarlara” dayatıldı. Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla başlayan süreç de bu politikanın doğal bir sonucuydu. Kurulan bu yeni neoliberal düzenin sınırlarına ise çok çabuk bir şekilde ulaşıldı. 2008 krizi de aslında yeni sistemin çok fazla zorlanması sonucu yaşanmıştı. Konu derin, devamı gelecek yazıya inşallah…