İki yıldır bir türlü rahat edemedik. Sürekli bir teyakkuz halindeyiz. 100 yıl önce açılmış olan o meş’um vesayet parantezini kapatmaya çalışıyoruz. Ülkemizi, Türkiye cumhuriyetini, tarihinde ilk defa bağımsız bir ülke haline getirmeye çalışıyoruz. Bizden ve Erdoğan’dan ölesiye nefret etmelerinin nedeni de bu. Sonunda ya pes edecekler ya da biz vesayete boyun eğeceğiz. İşte ancak o zaman ortalık durulacak.
İki yıldır yapılan saldırılar karşısında yıkılmadığımız için artık iyice hırçınlaştılar ve hakikatin inanılmaz ölçüde uzağına düşmüş olmaktan ve görünmekten korkmaz hale geldiler. Ve sonunda her gün geçmişi ve tarihi yeniden yazmaktan hicap duymadıkları bir noktaya ulaştılar. Evet, artık bir George Orwell romanı içinde yaşıyor gibiyiz.
Dün ateşkesi sona erdirdik diyen PKK, bugün devlet ateşkesi sona erdirdi diyor.
Dün, devlet DEAŞ’ı destekliyor diyen solcu-seküler tayfa, bugün devlet DEAŞ’ı bombaladığı için devlete kızıyor.
Dün PKK her türlü eylemi yapıyor, bu nasıl çözüm süreci diyenler; bugün devlet PKK’ya karşılık verdiği için çözüm süreci yara aldı diyor. (Aslında bu maddenin aktörü olan Tufan Türenç birbiriyle taban tabana zıt bu iki fikri aynı gün içinde söyleme becerisini gösterdi.)
Evet, bunlar tam da “double-think”in, yani aynı anda birbiriyle çelişen iki ayrı fikre sahip olabilme becerisinin muazzam birer örnekleriydi. Bir taraftan PKK ateşkesi sona erdirip çeşitli eylemler yaparken, diğer taraftan devlet ateşkesi sona erdirebiliyordu. Yine, bir taraftan devlet DEAŞ’a arka çıkarken, diğer taraftan da aynı devlet DEAŞ’a savaş açabiliyordu. Yine, bir taraftan PKK çözüm sürecini baltalarken ve devlet hiçbir şey yapmazken, diğer taraftan da devlet PKK’yı vurarak çözüm sürecine ve barışa darbe indirebiliyordu.
Bütün bunların sonucunda da tarih sürekli biçimde geriye dönük olarak yeniden yazılıyordu. Double-think parçalarının arka arkaya getirilmesiyle türetilebilecek sayısız tarih patikasından en hoşa giden tarih çizgisi daha sonraki süreçte “gerçek tarih” denilerek anlatılıyordu. Ve böylece müthiş bir yalanlar seçkisi, yaşananlar olarak öne sürülmüş oluyordu. Yalanlar seçkisinin daha sonraki süreçte değişmesi gereken parçaları da itinayla değiştiriliyor ve böylece tarih “günün şartlarına göre” yeniden yazılıyordu. Sonuçta da ortaya yepyeni bir tarih çizgisi çıkıyordu. Ve yarasaların tarihi dahi –en azından samimi bir şekilde yazılmaya çalışıldığı için- bu tarihten çok daha hakikatli oluyordu.
Ve günün sonunda biz karşımızda yalancıları görmüyoruz. Hayır, bu yalancılıktan çok ama çok daha fazlası…
Bir yalanla bir hakikatin yan yana durması dahi kişide bilişsel ahenksizliğe sebep olur. Ve bu da kişiye epey ızdırap verir. İşte bu yüzden, kişiler hakikati eğip bükerek yalanlarına doğru çekerler ve böylece bilişsel ahenksizliği azaltıp şarkılarını daha dinlenir kılmaya çalışırlar. Kendi kendilerine söyledikleri şarkıları…
Bir adet yalan dahi kişide yeterince bilişsel ahenksizliğe sebep olurken, tamamiyle yalanlardan oluşan bir tarihe sahip olmanın neden olacağı bilişsel ahenksizliği düşünün. Yine, tek bir yalan için dahi hakikat epey eğilip bükülürken, bir yalanlar manzumesi ve yalanlar tarihi için hakikatin ne kadar eğilip bükülmesi gerektiğini düşünün. Ve sonunda ortaya çıkan şarkının ne kadar iğrenç olacağını…
Sonuçta ortaya çıkan muazzam bir bilişsel kakofonidir. Sahibini ve gönülden dinleyicisini çıldırtan bir kakofoni… Evet, gerçek anlamda bir çılgınlığın tam ortasındayız. Vesselam.