Dünyada ne devirler geldi geçti. Her devrin paradigması da o devirle birlikte yok olup gitti. Fakat insanoğlu hiçbir zaman kendi paradigmasını hakikatin kendisi olarak görmekten vazgeçmedi. Bu hastalıktan sadece hakkınca tefekkür edenler kurtulabildiler. Böyleleri, bulundukları zamanın ve mekanın çıkabildikleri kadar üstüne çıktılar ve öylece baktılar etraflarındaki ve zamanlarındaki oluş ve bozuluşlara.
İnsanoğlunun sahip olduğu paradigma, hakikatin çok uzağına düşmeye başladığı zaman toplumsal ve doğal kanunlar o toplumun yok oluşunu müjdelemeye başladı. Ve o yok oluş bir şekilde geldi, Kur’an-ı Kerim’de defalarca bahsi edildiği üzere.
Günümüzde insanoğlunun hakikat bellediği paradigma da hakikatin epey uzağına düşmüş olması bakımından kendisine tarihte özel bir yer edindi. İnsan aklının mutlaklaştırıldığı Aydınlanma felsefesinden neşet eden bu paradigma, insanoğlunun düşünsel anlamda zindanı oldu. Bu paradigmanın temel sütunlarını oluşturan kavramlar ise, bu zindanın parmaklıkları…
İnsanoğlu bu kavramları, mutlak hakikat parçaları ve düşüncenin en küçük birimi olarak gördü. Sonuçta da bu kavramlar olmadan düşünemez hale geldi. Böylece düşünsel zindanında kavramsal parmaklıklarına tutunarak gezintilere çıktığını ve hakikate yaklaştığını düşündü. Aslında yaptığı tek şey halüsinasyon görmekti.
İnsan hakları, özgürlük, objektiflik, eşitlik, fikir özgürlüğü… Bütün bu kavramlar Aydınlanma paradigmasından neşet eden, belli bir tarihsel geçmişe ve bagaja sahip olan ve günümüzde neredeyse rakipsiz bir anlayış -ideoloji- konumuna gelmiş bulunan liberalizmin temel kavramlarıydı.
Fakat insanoğlu yine yapacağını yaptı ve önemli ölçüde “yaşanmışlıkları” olan bu kavramları, gökten zembille inmiş evrensel ve mutlak hakikatler olarak bellemeye meyletti. Son darbe ise bu kavramların “naif ve bagajsız” bir görüntüye sahip olmasıyla geldi. Öyle ki bu kavramlar teorik bağlamlarından tamamen koparıldı ve kavramlıktan aksiyomluğa terfi etti. Artık, üzerinde tartışılamayacak kadar hakikatli olan kavramlarımız, pardon aksiyomlarımız vardı.
Hakikatin bu kadar uzağına düştüğünüz zaman sonuç sadece yıkımdır. Ve öyle de oluyor. Hakikati savunanlar dahî, eğer bu kavramlara müracaat etmek durumunda hissediyorlarsa kendilerini, o keten helva yanmıştır. Bizim o zaman yeniden başlamamız gerekir. En temelden düşünmeye, tefekkür etmeye başlamamız gerekir. Öbür türlü, bu kavramsal parmaklıkları kırıp içinde bulunduğumuz bu paradigmatik zindandan kurtulmamıza bir imkân bulunmuyor ne yazık ki.
Feminizm parmaklığından sonra, şimdi de fikir özgürlüğü parmaklığı… Kadri Gürsel isimli gazeteci, Twitter üzerinden bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nı terörle ilişkilendirmeye kalktı ve hakikatin canını çok acıttı. Milliyet gazetesi de bunun üzerine bu kişinin işine son verdi. Bunun üzerine bazı kesimlerden itirazlar yükseldi. Kadri Gürsel’in fikrini beyan ettiği ve kendisine yapılanın haksızlık olduğunu söylediler. Bunu da fikir özgürlüğü kavramının arkasına sığınarak yaptılar ve eklediler, “Yoksa sen fikir özgürlüğüne değer vermiyor musun?” İşte bir paradigma nasıl ilahi bir hüviyete büründürülür ve kavramları nasıl birer iman şartı -Amentü- haline getirilir, gözlerimizin önünde tecessüm etmişti, inanılmaz bir manzaraydı, iyi yakaladık.
Öyle ki ilgili kişinin fikirlerini beyan etmeye istediği şekilde devam edebilecek olması ve gazetenin istediği kişiyle çalışma “hürriyetine” sahip olması dahî bu insanlar için önemsizdi. Ve bu noktada Aydınlanma felsefesini ciddi şekilde etkilemiş olan Roma hukukundaki o çok uzun hak-sahiplik tartışmaları ve akabinde ulaşılan paradoksal anlayış aklımıza geliyor ve gülümsüyoruz.
Sahip olduğunuz paradigmayı ilahi bir akide, kavramlarını da birer Amentü bellerseniz, haddinizi fersah fersah aşsanız da bunu fark etmezsiniz. Üstelik, bu kişilere bir ayna tutmanız durumunda dahî, -sürpriz, yine sahip olduğu paradigmanın kavramlarıyla düşünerek- “benim ideolojiyle işim olmaz, ben objektif bir insanım” diyorsa, artık yapılabilecek çok da fazla bir şey yoktur. Ne diyebilirsiniz ki? Durduğu yerin tam da bir paradigmanın, ideolojinin, kavramlar kümesinin ortası olduğunu nasıl anlatabilirsiniz? Tam da dağda, bayırda, çayırda özgürce koşup zıpladığını iddia ederken, aslında kavramları parmaklıklar olan bir paradigma zindanında olduğunu?