Dünya zaten sürekli bir dönüşüm içindeydi. İyi zamanlar kötü zamanları kovaladı. Kötüler de iyileri… Çok huzurlu zamanlar da oldu, çok kanlı zamanlar da. Fakat son 250 yılda dönüşümün hızı iyiden iyiye arttı ve dünyada yeni bir vasat ortaya çıktı. Öyle ki geçmişin ve ataların kadim olduğu bir zamandan, bunların kategorik olarak küçümsendiği ve değişimin kutsandığı bir döneme girdik. İnsanoğlu bulunduğu çağı mutlaklaştırmıştır. Her anlamda. Fakat bütün o çağlar bitmiş, bütün o insanlar da ölmüştür. Sıra şimdi bizde… Emin olun, bu çağ da bitecek.
Aslında insanoğlu için sadece bulunduğu an vardır. Geçmiş bir anıdan, gelecekse bir umuttan ibarettir. Yani biz yalnızca şu anı yaşıyoruz. Peki geçmişe, hem de uzak geçmişe yönelik bilgimiz nereden geliyor? Ve bu kaynaklar ne kadar hakikatli? Cevap fazla iç açıcı değil. Tarihi, işin doğası gereği, daha çok katiller ve zalimler yazıyor. Maktuller ve mazlumlar değil. Günümüzde dahi çocuklara İskender ve Cengiz gibi isimler neden veriliyor? Ömrü boyunca yaptığı tek şey yakmak, yıkmak, öldürmek ve işkence etmek olanların tarihinden başka tarihler olmalı. Ölenlerin tarihi nerede? İşkenceye uğrayanların? Köleleştirilenlerin? Yok edilenlerin? Öte yandan, -belki de daha önemlisi- yazının bulunmasından öncesinin tarihi nerede?
Günümüzdeki Batı eksenli bilimsel anlayış ve hatta ontolojik duruş da bu seçkici tarih anlayışından ziyadesiyle etkilendi ve bizim gibi toplumları da etkiledi ve dahi ezikleştirdi. Medeniyetin Eski Yunan’la birlikte ortaya çıktığı sanılan ve bunun gururunun veya ezikliğinin yaşandığı bir dünya, mevzunun çok yanlış anlaşıldığı bir dünyadır. Çocuklar için masallar, büyükler için Eski Yunan Tarihi. İnsanlık yüz binlerce yıldır dünyada ve klasik anlamda medeniyet dediğimiz şey dünyada ilk defa verimli hilal olarak adlandırılan bölgede ortaya çıktı. (Yani, günümüzün Nil Havzası, Suriye’si, Maraş’ı, Bağdat’ı.) Bu medeniyet Eski Yunan’a binlerce sene sonra ulaştı. Binlerce sene! Aristo’nun, Eflatun’un, Sokrat’ın, falanın filanın o felsefeyi dünyada ilk defa mı yaptığını düşünüyordunuz yoksa? İnsanoğlu var olduğu müddetçe her zaman tefekkür etmiştir, her zaman felsefe yapmıştır. Batılıların bu kibirli duruşları, şimdilerde özenle tarihin çöplüğüne gömmeye çalıştıkları, ırkçılıktaki son nokta olan “Eugenics” anlayışlarının günümüzdeki berbat gölgelerinden bir gölge sadece.
Tarihe bakışımızdaki en büyük çarpıklıklardan birisi de tarihi bir tiyatro gibi görme eğilimi. İnsanoğlu bulunduğu anı tam gerçek olarak kabul ederken, geçmişi veya geleceği epey teatral ve soyut bir havada değerlendirme eğiliminde oluyor. (Bu durumu en iyi açıklayan teorilerden birisi Liberman ve Trope tarafından yaklaşık 12 yıl önce ortaya atılan ve benim de üzerinde çalıştığım “zamansal yorumlama” teorisi. İlgilenenlerin bakmasında büyük fayda var.) Bu durum da ne yazık ki tarihin rahat bir şekilde gerçekten epey uzağa fırlatılabilmesine ve bir “hikâyeye” dönüştürülebilmesine olanak tanıyor. Böylece bir taraftan tarihi istediğiniz şekilde bir hikâyeye çevirebilirken, diğer taraftan da tarihi istediğiniz noktadan başlatabiliyorsunuz. Öncesine de Karanlık Çağ filan diyorsunuz. Yarasaların yazdığı tarih nasıl başlar? “Güneş batınca dünya aydınlanmaya başladı ve karanlık çağ sona erdi” diye sanırım.
Bu açıdan, bulunduğumuz anın üzerine çıkıp, kendimize, tarihe ve varlığımıza tertemiz bir kalple bakabilmeye çok önem veriyorum. Bu bizim için tek çıkar yol. İlle de tefekkür. İlle de ilim. İsimleri, unvanları, cakaları bir kenara bırakıp gerçek anlamda bir bilgi, bir hakikat ortaya çıkarabildiğimiz ölçüde çocuklarımıza vereceğimiz bir şeyler olacak. Vesselam…