Sevgili Diriliş Postası okuyucuları,

Mayıs 2010’da Gazze Özgürlük Filosu’na yapılan vahşi saldırı ve korsanlıkla Mavi Marmara’daki arkadaşlarımız ve yoldaşlarımızın soğukkanlılıkla öldürülmesinden ve yaralanmasından sorumlu İsraillilerin yargılanmasıyla ilgili devam eden davayı, davacı şahit olarak izlemek üzere geçen Salı günü İHH’nın davetlisi olarak İstanbul’daydım. Yanımda büyük oğlum da vardı. Böylece o da görsün, duysun ve öğrensin istedim… Mahkeme salonunda benimle seyahat etmiş olan şahitleri dinlerken korkunç katliamı bir kez daha yaşadım. Şehit düşmüş olan arkadaşlarımızın anısına ülkeme döndükten sonra yazdığım aşağıdaki metni paylaşmak istiyorum…

MAVİ MARMARA (KATLİAM)

Sabahın dördü. Köprüdeyim.

Deniz karanlık bir göl. Önümüzdeki ışıl ışıl yol bizi ayla buluşturuyor.

İçerisi de karanlık. Sadece bir radar parlıyor. Mahmut Kaptan’ın yanında sigara içiyorum.

İki saattir radyo frekansından gelen mesajlar sustu. Bizi tehdit etmeyi kestiler. Radarda da görünmüyorlar.

Ama biliyoruz.

Gemideki arkadaşlarımız ve yabancı yoldaşlarımız turuncu can yelekleriyle parlıyor. Bazıları arka tarafta Allah’a dua ediyor. Geminin her yanına dağılmış bir şekilde düşmanı saklayan adi denizi tarıyorlar fenerleriyle. Her zaman böyle olur ya, dakikalar birbirini kovalar tamamen tabi bir şekilde, o an hiç bir şey olmaz da ille bu olur, yani olmasını istemediğiniz ama olacağını bildiğiniz şey. İşte ölüm böyle gelir.

Mahmut Kaptan bana hafifçe bir işaret çakıyor -radara bak- geldiler yine, beyaz noktalar halinde, arkamızdalar ve gittikçe büyüyorlar. Dört, beş, altı ve pek çok küçük hız motorları aramıza girdiler bile. Dışarı çıkıyorum ve gemimizin yanında görüyorum onları. Şekilsiz bir grup. Havaya ateş ediyor, kancalar atıyorlar 18. Yüzyıl’daki korsan gemiler gibi. Bizi tutup yakalayamazlar. Mürettebat onlara su sıkıyor. Millet sandalye ve ne bulursa fırlatıyor. Kendilerini belli bir mesafede tutuyor ama yanımızdan ayrılmıyorlar.

Ardından onu duyuyorum. Tam tepemizde dev, şişman uçan yeşil bir kertenkele gibi onu görüyorum. Karnından kalın ipler sarkıtıyorlar tepemize. Kalbim yerinden çıkacak gibi. Olanlara inanamıyorum. Kendime geliyorum ve bize doğru yüzen gemimizle konuşuyorum. Onlara saldırıya uğradığımızı söylüyorum!

Uçan kertenkele tepemize asker kusuyor. Silah seslerini, çarpışan metallerin seslerini ve anlayamadığım başka sesleri duruyorum… Kalaslar, tahta sopalar ve sapanlarla yapılan adaletsiz bir savaş başlıyor.

Kaptan köprüden inmemi söylüyor… Aşağıda ölü ve yaralıları getirdikleri yerdeyim. Her yerde kan var. Küpeştede, duvarlarda, insanların üstünde başında, yerlerde. Bir doktor canhıraş uğraşıyor. Beyhude. Boğazda bir delik var… Her tarafı kaplamış olan metalik kokuya dayanamıyorum. Temiz hava için yukarı çıkıyorum. O sırada onu görüyorum. Sedyede taşıyorlar. Basın odasında karşılaşmıştık. Nazik ve cana yakındı. Şimdi alnında Hintlilerinki gibi küçük bir iz var. Kafasının arkası ise korkunç…

İsrail meclisinden yürekli Filistinli Haneen Zoabi çaresiz kadınların yaptığı gibi avuçlarını ağzına kapatıyor. Saatler sonra onu herkese cesaret vermeye çalışırken görüyorum. Üzerine silah doğrultulduğu halde en önde yürüyor ve ölen 9 Türk’ün Filistin davası için şehit olduklarını söylüyor bize…

O iğrenç limanlarında bitmek bilmez saatlerden sonra alt alta üst üste yarımızın elleri bağlı ter ve kanlar içinde boşaltılmış bavullarımızın ve her tarafa saçılmış olan pijamalarımız, tıraş takımlarımız, mektuplarımız ve memleketten getirdiğimiz şekerlemelerin üstünden atlayarak ilerliyoruz. Bizi sıraya dizerek gemiden çıkarıyorlar. Neredeyse gece yarısı. Maskeli gardiyanlarımız sebepsiz yere bağırıyor, bizi itiyor, tekmeliyor… Bir sorgu memuru ordusu, güvenlik görevlileri ve 17 yaşındaki askerler bizi bekliyor. İsrail’e hoşgeldiniz…