Dünya 19. yüzyıldan bu yana epey değişti, fakat bu yüzyılda gelişip serpilen aydınlanma paradigması, hakikat tarafından birçok kereler açıkça derdest edilmesine rağmen, dış çeperindeki birkaç çatlakla birlikte yoluna devam etti.
Üstelik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu paradigma etkinlik alanını daha da genişletti ve insanoğlunun varlık algısını tamamen kuşatarak tam teşekküllü bir akide haline geldi.
Aydınlanma paradigması temel anlamda insan aklını mutlaklaştırıyor ve insan aklı haricindeki her şeyi -dini, duyguları, maneviyatı vs.- bugün veya yarın akıl tarafından çürütülecek hurafeler olarak görüyordu. En temelde bu altyapıya sahip olan bu anlayış tabi ki hayatın her alanına nüfuz etti ve her şeyi “aklileştirdi” ya da başka bir deyişle “rasyonelleştirdi.”
İnsan hakları ve özgürlük gibi tarihsel bir süreç sonunda ortaya çıkmış ideolojik bagajlı kavramlara evrensel bir aşkınlık atfedildi ve bu kavramlar kutsandı. Yine kapitalizm ve feminizm gibi bu aydınlanma paradigmasından neşet eden akideler de aşkın birer hakikat olarak bellendi ve üstüne insanoğlunun gelişim çizgisindeki son nokta olarak lanse edildi.
Ve her zaman yaşanan o şey yaşandı. İnsanoğlu, dönemindeki paradigmayı zamansız ve mekansız bir hakikat olarak gördü. Acaba insanoğlunun tarihinde kaç farklı akide mutlak hakikat olarak bellendi? Valhalla?
Bu toprakların insanları da dünyada yaşanan bu dönüşüme -tam da iletişim ve ulaşım olanaklarının inanılmaz ölçüde gelişmesine paralel olarak- kayıtsız kalamadı ve biraz gecikmeli de olsa adapte oldu ve önemli ölçüde benzeşti. (Ve her zaman dediğim gibi, Allah’tan İslam var! Yoksa Japonya gibi şu anda kültürel bağlamda epey acınası bir durumda olurduk. Meraklısına tavsiye ederim, kültürel ve akidevi açıdan Japon mucizesine bir bakın!)
İşte bugünün Türkiye’sinde bizler de bu aydınlanma paradigmasıyla epey boyanmış ve bu paradigmayı az veya çok aşkın bir hakikat olarak bellemiş vaziyetteyiz. Evet, şu anda paradigmatik ve akidevi olarak epey berbat vaziyette olduğumuzu ifade ediyorum ve sorunlarımızın temelinde bu sapkın paradigmayı hakikat olarak bellememiz olduğunu söylüyorum. İçinde bulunduğumuz acınası durumdan kurtulabilmek için bu noktanın hakkını vermek zorundayız. Yoksa ne söylersek söyleyelim, bir yere varamayız. Varamıyoruz da.
Bu aydınlanma paradigmasının en hastalıklı akidelerinden birisi feminizm. Feminizmin, özellikle 1950’lerle birlikte gelişip serpilen ve öncülüğünü Simon de Beauvoir gibi anarşist, varoluşçu felsefecilerin yaptığı ve zaman zaman da ikinci dalga feminizm olarak adlandırılan dalgası ülkemize 1990’larla birlikte hızlı bir giriş yaptı ve 2000’lerde ciddi bir ivme kazandı. Sonuç? İşte bir evrensel hakikat daha! O zamandan bu yana birçok insan zamansız ve mekansız bir hakikate ulaştım havasında Simon de Beauvoir’lük yaptı. Ve en acısı bunun hiçbir şekilde farkında olmadılar. Ve daha da fenası bunu entelektüel bir uğraşı içinde olduklarını düşünerek yaptılar. Ne hazin bir tablo!
Bütün bunları neden anlattım? Yeni Şafak’tan İsmail Kılıçarslan Pazar günü “değişik” bir yazı kaleme aldı. Yazı bir taraftan “çıplak gözlem” üzerinden direkt olarak aşkın hakikate ulaşılması(!) açısından metodolojik bağlamda ciddi biçimde sorunluydu. Hakikate ancak bu kadar işkence yapılırdı, Kılıçarslan yaptı. Diğer taraftan yazı tam da -sürpriz- hiç fark etmediği Simon de Beauvoir lensini son ayarına getirerek mevzuyu “yorumlaması” bakımından bir sorunlar yumağıydı. “Erkeklerin kendini üstün sanması” vurgusundan tutun da “kadının çocuk üretecek bir işçiye indirgenmesi” eleştirisi -nasıl denir- bu aydınlanma paradigmasından süzülüp gelen feminizmin ikinci kolunun tam da ekseninde olan şeylerdi. Simon de Beauvoir de aynen bunları söylüyordu. Hayır, bunları İslami sosla ve hocalarımız bize böyle öğretiyor diyerek İslamlaştıramazsın Sayın Kılıçarslan! Simon de Beauvoir ne kadar Müslümansa bunlar da o kadar İslami zira.
Başlık rahatsız edici değil mi? Halbuki tam tersi, yani “çalışkan kızlarımız, tembel erkeklerimiz” olsa hiçbir rahatsızlık hissetmezdik. Mevzuya bu gariplikten başlayabilirsiniz.
Ve yine en temel eleştirime dönüyorum. Öyle bir medya düzeninde yaşıyoruz ki mahalle kahvesi eşrafı arasındaki tartışmalar, köşe yazarları arasındaki tartışmalardan daha hararetli ve nitelikli. Bu kadar niteliksiz bir medya kolay kolay ele geçmez. Yoksa 10 yıldır yapılan/yaptığınız tartışmalar neticesinde daha bir adım bile yol alınamamasına rağmen, bugün çıkıp da bu yazı bereketli bir tartışmanın fitilini ateşler inşallah diyebilir miydiniz? Medyamızda nitelikli bir tartışma döndüğü vaki midir? Niteliklisini geçtim, medyamızda tartışma döndüğü vaki midir? Medyamızın özeti, körler sağırlar birbirini ağırlar. İşte bu yüzden caka/nitelik oranının epey yüksek olduğu bir medyamız var. Vesselâm…