Kut’ül Amare mevzuu geçen seneki kadar tartışılmadı. Dört köşe bayağılıkların içerisinde şekilden şekle giren gündem, 1916’da İngilizlere vurulan bu sersemletici darbeyi de yutuverdi.

Hadisenin kronolojik hamallığına soyunmaya lüzum yok. Kut’ül Amâre, milletçe verdiğimiz uzun soluklu istiklâl mücadelesinin yorgun çarklarından yalnızca biriydi. İngilizlere vurulan bu darbe; daha sonra sınırlarımızın çizilip, topraklarımızın iskambil kartı dağıtır gibi paylaşılmasını engelleyemese de, o dönemki şartlar içinde Devlet-i Âliyye’ye nefes aldıran önemli bir zaferdi. Bu gerçeği, İngiliz devşirmesi bir tarih telakkisiyle platonik ilişki yaşayan sözde yerli cemiyetin yüzüne yüzüne vurmak iktiza ediyor…

Fakat bunun yanında, meseleyi mânasından koparmamak, örnek teşkil ettiği ana problemden ayırmamak zorundayız.

Zira Kut’ül Amare, tarihsel aktarım planında, duygusuz ve rotasız betimlemelere sığmayacak bin bir vakıanın, hasır altına gizlenip inkâra terk edilmiş kırıntılarından yalnızca bir numune… Bunun da ötesinde bir sembol… Bir ontolojik inkârın sembolü…

Numunelerden ziyade, sembollerin üzerine gitme vizyonuna haiz olmamız; bu sembolik tema içerisinde de “kanunla korunan” belli başlı ezberleri sorgulamamız ve öz kimliğimize inatla sahip çıkmamız icap ediyor. Bilhassa tarih perspektifinde…

Geniş çaptaki bu sorgulayış ve son derece hırslı sahipleniş; bir şuurun ve o şuur kanalıyla yeniden filizlenecek bir şahlanışın tohumu çünkü. Kökleri savunucu, hakikati kollayıcı, özümüzle aramıza çekilen demir perdeyi eritici bir savaş… Yosunlaşmış kafalara dikilmesi gereken bir panzehir… Rejim dalkavukluğuna soyunan tarih inşacılarının; seküler (ve bu sebeple sahte) ıstıraplarla bezenmiş bir literatür ile zehirledikleri neslimize aşılanması farz olan bir serum

Bu serumu kana kana emmek mecburiyetindeyiz.

Aksi halde, tarihi olmayanların tarih yazdığı bir nizamda, millet olmaktan çıkıp yığınlaşan bir topluluk haline gelmekten kurtulamayacağız.

Hayali kutsalları destansı bir dille anlatıp gerçek mücadeleleri kurumuş iltihaplara benzeten, görünmez dizginlere sımsıkı bağlı dekor kurtuluşları öve öve bitiremeyen, işgaline tenezzül dahi edilmeyen toprakların şampanya yudumları eşliğinde “sınır çizicilere” hediye edilmesini alkışlayan kör bir tarihçiliğin sağır köleleri olmaya devam edeceğiz…

Tarih görüşümüzü “M. Kemal Samsun’a çıktı, yedi düvelin anasını ağlattı, gerici Osmanlı enkazından Cumhuriyet’i doğurdu.’’ sığlığından kurtarmak ve bu sığlığı aydınlık addeden trajikomik zevatla giriştiğimiz fikir harbinde galip gelmek istiyorsak; evvela, fikir hamuru yazılan değil “yazdırılan’’ tarihin ezberleriyle yoğrulmuş jenerasyonlarımızı, tarih ve fikir kadrajında yeniden biçimlendirmekle mükellef olduğumuzun idrakine varmamız gerekiyor.

Hakikati savunanları, Yeni Türkiye için yeni bir tarih tasarlamakla yaftalayan hamakat şövalyeleriyle başa çıkabilmemiz için, çamurla yıkanmış beyinleri bulandığı çamurdan silkelememiz şart!

***

Hülasa, hadiseleri idrak ve ifade bakımından Kut’ül Amare bahsi de, taşımak zorunda olduğumuz söz konusu mükellefiyetin mühim simgelerinden biri… Unutmamalı unutturmamalıyız. Bu hususta odaklanmamız gereken temel sorun ise; bu ve bunun gibi tarihi olguların sonraki nesillere aktarılış, yansıtılış biçimi…

Geçmişimizi gösterip geleceğimizin falına bakan hilebaz ayna ‘onların’ elinde. İstediklerini istedikleri biçimde yansıtıyorlar.

Ya aynayı parçalayacağız ya da aynayı tutan eli kıracağız!..