Otuzlu yaşlarında bir adam. Üzerinde haki yeşil bir üniforma. Sırtı dönük vaziyette ve ayakta. Başında bir şapka. Ayaklarında askerî bot. Yüzünün sağ tarafı profilden görülüyor. Sakalları uzamış. Vücut ağırlığını sağ ayağının üzerine doğru yaslamış. Sağ elinde bir tabanca. Sol elinde muhtemelen puro. Sağ elindeki silah yere doğru uzanmış. Gözlerini, ayaklarının altında yatan adamın üzerine dikmiş. Kafası hafif sağa yaslanmış. Etrafında birkaç silahlı adam da gözleri tetiğe dikkat kesilmiş. Onların da etrafını geniş gövdeli tropikal ağaçlar çevirmiş.
Fotoğraf karesi bu kadar. Eğer elde duran fotoğraf makinesi değil de bir kamera olsaydı, yerdeki adamın beyninin parçalarının toprakla birleşmesini kaçırmamış olacaktık. İddia odur ki, elinde tabanca tutan adam Fidel Castro’dur. Etrafında duranlar da devrimci arkadaşları. Yerde yatan da devrimcilerin gözünde, ölümü hak etmiş hain/işbirlikçi/emperyalist bir muhalif.
Bu bir tek fotoğraf karesinin benzeri binlerce kare çekildi son yüzyılda. Manzara değişmedi. Değişen sadece, silahı elinde tutan kahraman/katilin ve yerde yatan muhalif/hainin kimliği oldu. Bir de ayrıntılar. Latin Amerika ormanları yerine Sibirya stepleri, puro yerine votka. Fidel yerine Lenin, Mao yerine Stalin. Yüzyılda yüzbinlerce ölüm ve milyonlarca trajedi. Peki sonuç? Kocaman ve korkunç bir HİÇ.
Fidel Castro, yıktığı diktatörün yerine geçip ülkeyi 57 yıl yönetti. Kendisi gibi düşünmeyen tek bir muhalife bile tahammül edemedi. En başta kendi dava arkadaşlarından başladı temizliğe. Sonuçta yarım asır boyunca bir dikta rejimini ayakta tuttu. Hem de halkının tükenişi ve perişanlığı pahasına. Ölmeden önce yerine kardeşini atadı. Kardeşi ise şimdi Küba ile ABD’nin arasını düzeltmenin yollarını arıyor. Rusya ve Çin çok daha önceden pes etmişti zaten.
Üniversitede öğrenciyken ben; babaları Fidel ve türevleri hayranı gençler, Amerikan malı haki parkalarını alıp sol ellerini havaya kaldırarak üniversite harçlarını protesto ederlerdi zaman zaman. Arada bir de yemek ücretlerine gelen birkaç kuruşluk zammı protesto etmek için masaları falan yumruklayıp sağa sola çatal-bıçak fırlatırlardı. Ders çıkışı, yine ABD menşeli pizza ya da hamburger salonlarında Che ve Devrim muhabbetleri yaparlardı. Diktatör dedikleri adam üniversitelerdeki harçları hepten kaldırınca şimdilerde eylem yapacak bahaneleri de kalmadı. Zaten bahsettiğim kuşağın çocukları sübyan mektebinden beridir baba parasıyla kolejlerde ve üniversitelerde okuduğundan “harç” parasını çoktan kanıksadı. Babalarına sorsan çocukları “burslu” okuyor. Hani var ya; şu sınavdan önce kayıt yapana %50, sınav sonuçları açıklanınca kapıdan girene herkese %25 olan burslardan.
Bunları neden mi yazıyorum? Şimdi olay şu: İnsanlar farklı düşünebilir. Farklı ideolojilerin savunmasını yapabilir. Bir başkasının özgürlüğünü kısıtlamadığı ve şiddete başvurmadığı sürece istediği eylemi yapabilir. Buraya kadar tamam. Ancak bizlerin diğer insanlardan, diğer insanların da bizlerden bekleme hakkı olan bir mesele var: Tutarlı olmak!
Memleketini 57 yıldır dikta ile yönetmiş eli kanlı Fidel Castro’ya övgüler dizip “kahraman” diye göklere çıkaracaksın. İnternetin sadece otel lobilerinde karınca hızı ile bağlandığı ve saatinin 2 € olduğu, milletin birçok temel ihtiyaç maddesini karne ile aldığı ülkesine “demokrasi adası” muamelesi yapacaksın, sonra da kendi ülkende nerdeyse her sene seçim yapan ve ülkeye çağ atlatan adama “diktatör” diyeceksin. Ahmet Kaya nasıl diyordu, “Bu ne yaman çelişki anne?” mi?