Bize bir şeyin ne olduğunun doğrudan söylenmesinden hoşlanmayız. Çünkü biz zaten biliriz. Modern zaman insanının bilmediği ne olabilir ki! Sokağa mikrofon uzatıldığında ‘bilmiyorum’ diyen kaç kişiye rastlayabilirsiniz? Her şeyi biliyoruz. Bu yüzden de dinleme gereği duymuyoruz.
Peki insan, nasıl dinler?
Dinlemenin yöntemi nedir?
Ne kadar karmaşık olabilir ki, bu eylem?
Ve dinlemediği için ‘dinlenmeyen’ ve dolaylı olarak ‘dinlenemeyen’ insanın ruh yorgunluğunun sebebi ne ola?
Soruları çoğaltmanın gereği yok.
Dikkat çekmek istediğim nokta; insana ulaşmanın bir yolu olarak ‘dinleme’ halidir. Öylesine zahmetli ve mühim bir haldir ki bu, sanat dediğimiz ‘yol’un doğumuna ‘yol açar’.
‘Yedinci sanat’, bir asırdan fazla zamandır insanlığın hizmetinde olan sinema, ‘anlamak’ için mühim bir ‘araç’ olarak yakınımızda duruyor. Yakınımızda, çünkü bir filme ulaşmak insanın insana ulaşmasından daha kolay hal aldı.
Diğer altı sanat dalını (edebiyat, şiir, heykel, müzik, tiyatro, mimari) bütüncül bir şekilde kucaklayarak bünyesine alan sinema, bu birikimi kendine has üslubu ile yoğurarak insanlığın hizmetine sunması hasebiyle ayrı bir yerde durur.
Diğer sanatların tamamını kapsıyor olması tek başına bir sanat dalı özelliğine halel getirmiyor elbet. İnsandan yola çıkarak -çeşitli estetik formlarla- toplumu dolaşan ve yeniden insana varan sanatın, teknolojiyi de kapsayarak en parlak halini alan sinema, bir ‘dinleme aygıtı’ işlevi görür.
İnsanı, insana anlatır…
Âlemi insana anlatır…
Yani sinema dinleme aygıtı olmasının yanında anlatı aracıdır da. Bu özellikleriyle de, âlemi anlama derdinde/ maksadında olan insanoğlunun önemli bir yardımcısıdır.
Kadim zihin yapımızı temellendiren ‘hakikat arayışı’ noktasında sinemanın işlevi, -hakikatin bir parçası ve yöntemi olarak- yolun başından, arayışın kişisel/ kitlesel sonlanmasına kadar yoldaştır (zira hakikate ulaşmak ‘haddi aşan’ bir ifadedir. Necip Fazıl Kısakürek’in, ‘Bir Adam Yaratmak’ isimli piyesinde dediği gibi, “Allah’a doğru yol almak vardır, varmak yoktur. Varılabilen hiçbir ufuk, hiçbir gaye Allah olamaz. Sonbaharda uçuşan yapraklar gibi hepimiz O’na doğru yol alıyoruz. Allah’a doğru yol almak vardır, varmak yoktur”).
Sinema, kültürel kodlardan doğan, yerel bir dil kullanan, bütün insanlığa hitap eden ve bu noktada evrensel olan anlatı/ dinleti aracı halinde ‘ilginize muhtaç’. Âlemi anlama çabasındaki insanın -araç noktasında- ihtiyacını karşılayan sinemanın, gelinen noktada insana muhtaç olması ne garip bir paradokstur.
Sinema nasıl mı muhtaç olur?
Altını çizmeye çalıştığım minvalde ortaya konan sinemanın ‘yeterince’ izlenmemesi/ desteklenmemesi yeterli bir cevap olacaktır, sanırım.
Recep İvediklerin tartışıldığı, satılan bilet adedinin 60 milyonu aştığı, film bütçelerinin 20 milyon TL’lere dayandığı bir ortamda… Kötü bir oran mı? Aslına bakarsanız yetersiz… Fakat daha kötüsü, milyonlarca izleyicinin takip ettiği filmlerin mahiyeti… Eğlendirmek, dolayısıyla da ranttan başka amacı olmayan yapımların ilgi görmesi, sanat adına atılan adımları daha ürkekleştiriyor.
İşte bu bağlamda sinema, izleyiciye muhtaç…
Sektörel gelişim açısından ihtiyaç duymasının ötesinde kendisini doğru yola kanalize edebilmesi babından da insana duyulan ihtiyaç ortada.
Hep söylerim; sanatla ilgilenmeyen insanın, insanlığının rengi soluktur.
Hayatın rengini alabilmesi, hakikatin renginin sezilebilmesi adına sinemaya hak ettiği değerin verileceği ümidiyle…