“Suret presentable olsa nola, kalp amorf olduktan sonra” demişsin. Bilirsin ki surat neye benzerse benzesin, her kalbe nur iner. Lakin o kalbin masiva ile dolu olduğunu görünce terk-i diyar eyler. Kalpler her dem nurlanmaya açıktır haddizatında. Ona giden yoldaki kara bulutlar olmasa!

Gecenin bir yarısı mavileşen nemli gözlerin gizlendi makablime de gökler bile kayıtsız kalmadı bu hale. Vahiy ayet ayet nüzul ederken şiir/şuur mısra mısra tenezzül etti şaire:

Benim bu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor

Kendimi yerden yere vuruşumu, içimdeki zehiri

Odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyor

Sen o çocuk değilsin, sen artık çocuk değilsin

Dudakların eskisi kadar beyaz değiller

Ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum

Hiç gemin olmadı kağıttan başka ama yine de Atilla İlhan’dan mülhem miço kaldı şanın. Ant içmiş gibisin, en azından Nuh’un gemisine binmeye; bakılınca secdedeki siretine. Dert etme gemileri! Hem sen doğduktan sonra kopmadı ki tufan. Tüm cehlimi soyunup ötelerin ilmiyle kavlediyorum ki sana; kıyameti de görmeyeceksin zira hatırla şairin dediğini bir kez daha:

“Sen günah kadar beyazsın ben tövbe kadar kara…”

Fonda ‘dont cry for me Arjantina’…

Özneden ayrı düşmüş bir iyelik eki gibisin!!!

Diyorsun ki:

“Aşkın şahidi sevgilim ıstıraptır ve bu birikmiş ıstırabı bitirmek istiyorum. Yol arıyorum… Ama yolcu bile değilim. Seyr-ü seferdeyim ama menzile bîhaberim. Ölüme serenatlar yazıp serencamımı teneşire kendi ellerimle koyuyorum.”

Hayata dair ihtirazlarına dahi itiraz ediyor, içindeki kalabalıklara süfle vermekten bıkmıyorsun. Bu ikisi gam ve kâm kadar epistemolojik sululuk yaparken birbirine; sen her zamankinden daha alestasın sefere.

Ahh İbnül-Vakt!

Bilmez misin hepimiz aynı ağacın altında gölgelenmekteyiz. Yolculuk kısa ama uzun. Yükümüz gam ve hüzün. Sebilü’s-Selam’ı, kadim ve sonsuz mutluluk olarak tarif ettiğin gün, marifete erdiğin gündür.

Hatırla, aynı kamarayı paylaştığın keşiş Cibran’ın ne dediğini: “İnsanın kendisiyle yaşadığı savaştan daha çetin ve kanlı olanı yoktur be oğul! İnsan kafasında cenneti cehenneme, cehennemi cennete çevirebilecekken çoğu acıları kendimiz seçeriz.”

Oysa en yakınken ansızın en uzak olanın acısına dayanmak kafayla değil yürekle ilgili. Hele kafeste taşıdığın, şair inceliği ile şövalye cesaretini kuşanmış dost bir yürek ise…”

Biliyorum yazdıklarımı bir bir tashih ediyorsun bir redaktör edasıyla. Aylaklığın kendine has bir ritmi ve lezzeti barındırdığı doğru fakat önce kendi hayatını tashih etseydin ya gençliğinin uyluklarından başlamak kaydıyla!

Yazgını teşhir etmeyi denedin, uymadı saklı levhaya. Şimdilerde ise yarım bir tahsis peşindesin. Arada baş ağrısı yapsa da bunun daha doğru olduğundan eminsin.

İnternet ağına verilen isimler gibi şahane isimler verdin kendine ama hiçbiri miçoluk kadar yakışmadı yakana.

Artık çık kitap diplerinden. Bil ki insanları aydınlatan kitaplar değil, bilakis kitapları arsızlaştıran insanlardır. Okumak cennetse yazmak cehennemdir. Cehenneme gönüllü kayıt yaptıranların suçunu, O’na atma! Bil ki Tanrı zavallılardan intikam almaz.

Biliyorum, tenakuzların kusturduğu iç savaşların var, KJ’lerden sakladığın.

Ve biliyorum, tenakusların küstürdüğü kaçakların var, promterlara sokmadığın.

Secdelerde gregoryen ağıtlar yakıp hıncını seccadelerden alıyorsun!

Dünya bu kadar abanmışken kemendine bari sen merhamet et kendine!

Çünkü sevgili Miço!

Bu modern kisveli, konsomatris işveli ilkel zamanların gel gitlerinde yaşadığın paradokslar, münafıklık değil. Bil!

Yıllar yılı gurbet ellerde kurbet etmeğe çabaladığın şey orda değil. Çık ki bu elim huylardan, çıkabilesin kuyularından!

Sen ki varlığın rahm-i maderi ademin soyusun.

Sen ki Rabb’ın kırk sabah çamurunu elleriyle yoğurduğusun.

Selamını hep baki kılasın…