Üzerinde hayat sürdüğümüz toprakların, Allah tarafından bizlere vatan olarak lütfedilmesinin üzerinden nerdeyse bin yıl geçti. Bu bin yıllık zaman zarfında, bu topraklar darü’l-İslam olarak kaldı. Biz Müslümanlar da bu İslam beldesinin asıl unsurunu oluşturduk.

Ancak bu toprakların darü’l-İslamlığına kast etmiş olanlara karşı verdiğimiz son Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, muktedirler tarafından başka hesaplar tutulmaya başlandı. İktidarı bin yıllık sahipleri ile paylaşmak yerine bir ayrışma yoluna gidildi.

Eskiye dair ne varsa bir bir yargılanıp -hatta bazen yargılanmaya bile lüzum görülmeyip- infaz edildi. “Muasır Medeniyetler” kızılelması ile “Tek Dişi Kalmış Canavar” hissiyatı arasındaki kopuş da malum infazlardan sonra başladı. Birincilerin hemen hemen her zaman, ikincilerin de zaman zaman yönetimine talip olduğu kadrolar ve makamlar üzerinden örtülü bir mücadele süregeldi. Örtünün açıldığı her sahnede ikinciler için ithamlar, dramlar ve idamlar tezahür etti. Birinciler ise üzerlerinin açıldığı her tarihi perdede ikincileri biraz daha ötekileştirdi. Sonuçta kendileri gibi olmayanları mimledi, fişledi ve “diğerleri”nin defterine işledi. Artık bu topraklarda tutunabilmenin tek yolu, hayata seküler gözlüklerle bakan bu jakoben elitlerin ilkelerine sarılmaktan ibaretti.

Seküler seçkinler, kendileri gibi olmayanları belirlemekte çok zorlanmadı. Kriterler belliydi: Alkol kullanmayan, namaz kılan, eşinin başı örtülü olan, lavaboya girerken paçalarını katlayan, gümüş alyans takan, selam veren, suyu besmeleyle içen, harama uçkur çözmekten imtina eden kim varsa ya önüne duvarlar örüldü ya da kapının önüne konuldu.

Yöntemlerine çok güvenen seküler seçkinleri bekleyen bir sürpriz vardı. Aslında çok sağlam gibi görünen bu ”tespit sistemi” kendi içinde çok derin çatlaklar barındırıyordu. Tüm zamanların en etkili herifçioğlu, bu çatlakları bir bir tespit edip emrine amade fedailerini sistemin çatlaklarından içeri sızdırdı. Seküler seçkinler;  kendilerinden daha çok alkol içen, kendilerinden daha batılı tarzda giyinen, uçkurunun bağı açık gezen, parmağına her halkayı geçiren, suyu “şerefe” ile içen, namazı gözleriyle eda eden, susuz abdestlenen  bu fedailerle karşılaşınca paradigmaları iflas etti. Sadece seküler düzen sevicilerin sistemleri çökmekle kalmadı, onların zulümlerinden nasiplerini almış “ötekiler”in de bu sızıntı karşısında basiretleri bağlandı. Çünkü ötekilerin “paradigma”sı da aynıydı. Sadece tersinden kurulmuştu. Birinciler için ilke; “ne kadar aleni o kadar lanetli” iken, ikincilerde “ne kadar aleni o kadar iyi” şeklindeydi. Herifçioğlu bunu da çok iyi tespit ettiğinden aynı zokayı bir tarafa “takiyye” ile yuttururken diğer tarafa da “takva” ile yutturdu.

Gelinen noktada ümit edelim ki; “seküler düzen” seviciler artık bin yıllık inkârı bir kenara bıraksın ve ikinci gruptaki ana gövdeyi “ötekileştirmekten” vazgeçsin.  “Ötekiler” de artık takvanın sathi bir alenilik olmadığını farketsin. Aksi takdirde elin oğlu “takva(!) ehli tekiyyeci düzen” seviciler marifeti ile bizi çok güzel düzene sokar. O vakit bizlere ait bir yerimiz ve yurdumuz olmayacağından, ne “öteki”nin bir anlamı kalır ne de “beriki”nin.