Uyarlama, sanat alanının en temel sorunlarından. Zira yepyeni bir sanat eserine kaynak teşkil edecek başka bir sanat eserinin öldürülmesi gerekiyor. Sanat üretimi için olmazsa olmazımız bu. Sinemanın içinde bir başka sanatın kokusu alınıyorsa, o yemek olmamıştır. Tıpkı, 10 çeşit malzemeden mütevellit bir yemeğin tadının ne soğan, ne salça, ne de maydanoz olduğu gibi… O yemek kuru fasulye ise kuru fasulyedir, imam bayıldıysa imam bayıldıdır. Malzemelerin tamamı, yeni malzeme uğruna kendini feda etmiştir.

Peki nasıl olacak uyarlama? Uzun uzadıya anlatılabilecek bir mesele bu tabi ki. Daha önce de kısaca tartıştığım meseleyi yeniden gündemime sokan şey, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir tiyatro oyunuydu. Sarı Sandalye grubunun sahnelediği ‘Açlık’ oyunu, Knut Hamsun’un aynı isimli romanından uyarlama. Lakin, sahneleme biçimi gerçekten bir harika. Tercih edilen yönteme dair uygulamadaki teknik sorunları dışarıda bırakarak belirtmek isterim ki, hayatımda gördüğüm en özel uyarlamalardan biriydi.

Uyarlandığı romandaki kahramanın içsel mücadelesi ve hayal alemini çok doğru tespit ederek duyguların izleyiciye ulaşması noktasında başarılı tercihler yapan Sarı Sandalye, bir sanat eserinin bir başka sanat eserine dönüşmesi noktasında örnek teşkil edecek uygulama ortaya koymuş. Yönetmen Doğan Nalbantoğlu rejisiyle sahneye konan oyuna dair uyarlamayı tamamen kendisi mi yapmış bilemiyorum. Fekat “Bir roman tiyatroya nasıl uyarlanabilir” sorusuna harika bir cevap sunulmuş.

Oyunun başrolü yok. Bütün oyuncular yeri geldiğinde bir başkası oluyor. Ve bunun yerinin gelmesi, uyarlamanın bamteli. Kendi kendine mi konuşuyor, gözlerinizi içine bakarak sizinle mi, yoksa az önce kadın olan erkek ile mi iletişim halinde, bilemiyorsunuz. Vakit geçtikçe anlıyorsunuz elbet. Ve bu anlamlandırma ile oyunun sonuna doğru içinize (en azından benim içime), sanat adına ortaya konmuş eşsiz bir yemeği afiyetle hazmetmenin hazzı düşüyor.

Temel unsur şu ki, uyarlama hususundaki dezavantajlardan kurtulmanın başlıca yöntemi, eldeki sanatı öldürebilmek. Yeni bir sanat eseri doğurmak, öldürmek ile mümkün. Yani sanat eseri doğurmak, bazen sanat eseri öldürmekle mümkün olabiliyor.

Elbette bu ölüm, yemeğe konan bir malzemenin ateşte kavrulması ya da kaynar suda yepyeni bir şekilde alması gibi bir şey.

Tiyatro eleştirmeni değilim elbet. Öyle bir eleştiri çabam da yok. Haddim değil. Lakin sanat üretme noktasındaki çok temel bir soruna dair çözüm yolunu işaret etmeye çabalıyorum.

Sinemada da durum bundan farklı değil. Nice roman ya da tiyatro oyunu veya şiir ya da başka sanat dallarının ürünü sinemaya uyarlanmaya çalışıldı. Genel manzara fiyasko. Kağıttakini ya da sahnedeki kameraya aktarmanın ötesine geçemeyen uyarlamalar, biçimsel olarak yeni bir şey ortaya koyamadığından, kuru fasulyeyi, ‘soğanlı salçalı fasulye’ olarak yemek durumunda kalıyorsunuz.

Bu meseleye dair derdi olanlara, Sarı Sandalye’nin Açlık uyarlamasını izlemesini tavsiye ederim…