Hemen her kültürde şiir sanatlar içinde en muteber olan sanat.
Uzun uzadıya bunun niçin ve nasılının peşine düşmek zor bir gazete yazısında.
İnsanlığın istisnai konsensuslarından biri bu kabul.
Aynı kabulü öteki sanatlar üzerinden söylemek mümkün müdür?
Bunun üzerinde düşünmek gerekir.
Sözgelişi, müzik ve resim veya heykel için.
Bu sanatlar, iletişim için -dilin imkânlarından faydalanmamakla- insanlarla daha kolay bir irtibat kurma imkânına sahipken nasıl oluyor da, şiir sanatı bütün kültürlerde sözbirliği etmiş gibi baş tacı ediliyor.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insanoğlu hakikatte üretim ve tüketim alışkanlıklarını ne kadar farklı tür ve alt kategorilerle zenginleştirirse zenginleştirsin, öz itibariyle o kadar da farklı çeşitlilik arz etmiyor bu zenginlik.
Nihayetinde insan denen varlık beş duyu organı ve sezgileri ile var ve fıtraten taşıdığı özellikleri ne kadar manipüle edilirse edilsin, özünden uzağa düşmüyor.
Bu kesinlikle kişisel bir gözlem ancak, misâl olarak vermek istiyorum.
Bir enstrümandan yayılan melodi, insanları insan sesi kadar büyülemiyor.
Şahsen genel olarak müziğin ilâhî olduğunu kabul etmeme rağmen, insan sesinin büyüsüne kapıldığım kadar kapılmıyorum salt bir melodiye.
Daha dışarlıklı bir misâl, insanoğlu unu hamur yapıyor ve onu ufak tefek katkılarla ekmeğe, pastaya, makarnaya, tatlıya dönüştürüyorsa da, bu aslından uzağa düşmeyen bir çeşitlendirmeden başka bir şey değil.
Manipülasyondan neyi kastettiğimin anlaşılması için verdim un misâlini.
Şiir üzerine konuşurken, una nereden geldik diye soruyorsanız hoş geldiniz.
Esasında daima ‘buğdayın’ etrafındayız. Çok uzağına düşmüyoruz.
Şarkılar, türküler, ud, kanun, bağlama, ney, keman ve piyano melodileri var olsa da insan sesine meftun oluşumuz gibi.
Ȃhlar, iniltiler, şikâyetler, çığlıklar, ağıtlar, bozlaklar, ilahiler, şarkılar ve türkülere…
Bir heykelin soğuk ve donuk formu ne kadar etkileyici olursa olsun, bir resmin teması, renkleri ne kadar çarpıcı olursa olsun, somut bir imge olarak dahil oluyor bize.
Zaman zaman, insanoğlunun meleke ve imkânlarına rağmen, ne zor anladığı, ne zor kavradığı ve ne zor öğrendiğini söylerim.
Estetik ve güzelliğin ruhumuza nüfuzu sezgiseldir.
Klâsik manada bir anlama değilse de, bir anlama biçimidir bu.
Ne doğrudan sadece bilgi, ne de sadece estetik tatmin ediyor bizi.
İkisinin de bir arada olması gerekiyor.
İmge ve anlam.
Şiirde olan da bu işte.
Yahya Kemal, “Nesrimiz ve resmimiz yoktu, olsaydı başka bir medeniyet olurduk…” derken bizde var olan, bu sanatların yokluğunu karşılayan ve yokluğunu kaldırabilecek kadar güçlü ve köklü şiir geleneğimizi ıskaladı mı acaba?
Bir milletin kültüründe, şiir güçlüyse nesre ve resme gerek yoktur anlamı çıkar mı?
Ben bilmem.
Şiirin varlığının, nesir ve resmin yokluğunu kaldırabilecek gövdeli bir sanat olduğunu söylemek istedim ben.
Nesrimizin ve resmimizin yokluğu dün için hayıflanılacak bir şey sayılmayabilir.
Şiirin olmadığı bir dünyada -metafizik veya protest-, ne roman, ne resim, ne de heykel beslenebilir.
Şairin soy kütüğünü de bilhassa buralarda aramamız lazım gelir.
Yani metafizik ve protest iklimde…
Bunun niçin ve nasılı da, bir başka yazımın konusu olsun.
Hatta başlığı da ‘Önce Kelimetullah vardı’ olsun.
İnşallah.
“Selamün kavlen min rabbin Rahim.”