Sanat bir arayış… Arayışın arayışı belki… Ve elbette soru… Doğru yolun doğru arayışının doğru sorusunun sorusu sanat… Arayışın malzemesi ise bizzat hayatımız ve fizik ile ötesi…
Hayatı anlamlandırmanın yolu sanat. Sanatı anlamlandırmanın yolu ise hayat… Bu bir kısır döngü mü? Elbette değil. İçeriden içeriye bir yol, içinin içinde iç…
Sinema, diğer bütün sanat dallarını içinde barındırması ve yaşadığımız zamanın hayat dediği şeyin de tam göbeğinde bulunması sebebiyle söz konusu arayışın en avantajlı aracı. Ve aynı şekilde en meşakkatli yolu… Böyle olduğundan olsa gerek sinemanın bu fevkalade bereketli niteliğine rağmen önümüze çıkan filmlerin ekserisinde beklediğimizi bulamıyoruz.
Bir kitle iletişim aracı olması hasebiyle sinemanın hedef kitlesinin de önemli olduğunu belirtmeliyiz. Bu kitle homojen değil. Esasında herkes. Fekat herkes olduğu kadar hiç kimse de olabiliyor. Bu bağlamda doğru bir yol haritasıyla filmler ortaya çıkmalı. Ve bu hakikatten hareketle, en doğru sinemanın bile en geniş kitlelere ulaşamayacağını ifade etmek gerek.
Eğrisi doğrusu, olumlusu olumsuzu ile manzaramız bu. İş, bu resim içerisinde sanat üretebilmek ve resmi tamamlayan bir unsur olabilmek.
İşte bu bağlamda Türkiye’de bazı sinemacıların çabalarının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Derviş Zaim bu isimlerden biri. Ödüllü filmlerin yönetmeni olması, her kesim tarafından alaka görmesi değil mesele. Bu bir gösterge tabi. Ancak Zaim’i kıymetli kılan, sanat ile ve sanat için yürüttüğü arayışı. Sanatın, peşinde gittiği ‘nasıl’ sorusuna cevap arayışında olan yönetmen, bütün filmlerinde yeni şeyler deniyor. Cenneti Beklerken’de minyatür sanatının izinde film ortaya çıkarırken, Nokta’da hat sanatının sınırlı sonsuzluğun peşindeydi. Geleneksel gölge sanatımızın eşliğinde Kıbrıs’ta yaşananları anlamlandırmaya çalıştığı Gölgeler ve Suretler’in yanı sıra Balık ve Devir de arayışının son nüveleri oldu. Şimdi ise Derviş Zaim’in Rüya’sı ile karşı karşıyayız…
Gerçekten öyle midir, bilemiyorum. Yani Rüya, Zaim’in rüyası diyebileceğimiz bir çalışma mı? Postmodern zamanın çıkmazlarından biri olan kentleşme konusuna mimari sanatının avuçlarında çıkan yönetmen, geleneğin hikaye anlatı tercihlerinin de yardımıyla güncel sorunlarımızdan birkaçına ışık tutmaya çalışıyor.
Filmin hikayesi kısaca şöyle:
Genç bir mimar olan Sine, Yedi Uyuyanlar Menkıbesi’nden esinlenerek mağara biçiminde farklı bir cami modeli tasarlar. Fekat bu tasarım ya ilgi görmez ya da bir sürü sebepten inşaatı yarım kalır. Sine’nin stres sebebi ile uyku hastalığı da başlar. Bir uyku hastalıkları merkezinde tedavi olmaya başlar. Burada bir rüya görür. Yedi Uyuyanlar’ın içinde ve olaylara şahittir. Rüyadan uyandığında ise fiziksel ve ruhsal olarak değişmiştir fakat etrafındaki kimse bu değişimi fark etmez. Sine bu uyku merkezine her gittiğinde fiziki ve ruhi olarak değişir. Her değişimde ise her şeye öncekilerden farklı tepkiler vermeye başlar.
Yüzyıl İstanbul’unun sinesinde bir idealist olan Sine’nin yaşadıklarına şahitlik ederken kendi çevremizi de sorguluyoruz. Kentleşme adına ortaya çıkan bina çöplüğü ve estetik kirlik bunların başında geliyor.
Sanatın başlıca kıstasları estetik ve faydadır. Bugünkü kentleşme çerçevesinde bunun göz önünde bulundurulduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Ve bunun doğa ile birlikteliğimizde bizi nasıl sonuçlara götüreceği de birçok felaket ve örnekle tescilli. Doğa ile karşı karşıya ya da omuz omuza olacağız. Tercih bizim. Ve bu tercihin uygulanmasında sanat hayati yer tutuyor. Mimari, doğa ile doğrudan ilişki kurduğumuz, bu ilişkinin kişisel ve kitlesel olduğu sanat alanı. Haliyle mimari diğer sanat dallarından daha çok hayatımızın içinde belki bu aralar.
Hayatımızla, hatamızla, hızımızla ve gelmekte olan kazamızla ilgilenen bir sanatçı olarak Derviş Zaim’in arayışındaki yeni halka Rüya, kıymetli çabası ve önemli konusu ile izlenmeye değer. Oyuncu tercihlerinin, maksadı zedelediğini düşünsem de, Rüya, Zaim’in filmografisinde önemli bir yer tutacağa benzer.