Tunus’ta 26 yaşındaki seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendisini 17 Aralık 2010 tarihinde valiliğin önünde yakması, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir dizi ayaklanmayı, iç kargaşayı ve çatışmaları beraberinde getirdi. Kimilerine göre Arap Baharı olarak adlandırılan bu süreç diktatörlüklere başkaldıran, özgürlük ve demokrasi yanlısı bir halk hareketiydi. Bazıları ise bu hareketlerin, Batılı istihbarat örgütlerinin bölgeyi yeniden şekillendirmek üzere tasarladıkları bir planın parçası olduğunu iddia etti.
Sonuca bakıldığında Libya, Suriye ve Yemen’de silahlı çatışmaların halen devam ettiği, Irak ve Lübnan’ı mezhepçilik üzerinden yürütülen kavgaların teslim aldığı ve bu ülkelere kıyasla nispeten iç istikrarını sağlayan ülkelere ise vaat edilen demokrasi ve özgürlüğün henüz gelmediği görülmektedir.
Bu çerçevede yapılan tartışmalardan birisi de Batılı ülkelerin, demokrasinin tüm kurumlarıyla birlikte Ortadoğu’da yerleşmesini ve kökleşmesini gerçekten isteyip istememesi konusudur? Birçok uzman, Ortadoğu ile Batılı ülkeler arasındaki mevcut bağımlılık ilişkisi esas alındığında bunun Batılı ülkeler lehine olduğunu ve de Arap diktatörleriyle son derece iyi ilişkiler tesis edildiğinden hareketle, Ortadoğu’da demokratik bir düzenin kurulmasının bu ilişkileri riske atabileceğini öne sürmektedir.
Bu argümana göre Ortadoğu ülkelerinin demokrasi konusunda gelişememelerinin temel nedeni, kendi yetersizlikleri yanında, Batılı ülkelerin onları bilinçli olarak anti-demokratik bir vaziyet içerisinde tutmalarıdır. Başka bir ifadeyle demokratik yönde bir gelişmenin, Ortadoğu’da inşa edilen tarihsel sömürü ve bağımlılık ilişkisine zarar vereceği ve Ortadoğu ülkelerini Batılı ülkelerin yörüngesinden çıkartabileceği endişesi, Ortadoğu’da demokrasinin önündeki en büyük engel olarak tasvir edilmektedir.
Benzer görüşler bugün Libya için de ileri sürülmektedir. Birleşmiş Milletler kararlarına aykırı davranan, sivillere bomba yağdıran, Libya’nın doğusunda silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yapan Halife Hafter’in birçok Batılı ülke tarafından desteklenmesinin demokratik değerlerle örtüşen bir tarafının olmadığı ifade edilmektedir. Bu görüş etrafında toplanan uzmanlar, Afrika’nın en büyük petrol rezervine sahip ülkesi Libya’da, Batılı ülkelerin yeni bir diktatör arayışında olduğunu ve bu yüzden de Hafter’e destek verdiklerini ileri sürmektedirler.
Ayrıca silah ticareti, uyuşturucu nakli ve insan kaçakçılığı gibi büyük paraların döndüğü gayrimeşru işlerde Libya’nın Afrika ile Avrupa arasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü sıklıkla dillendirilmektedir. Dolayısıyla bir taraftan Libya ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarını kendi tekeline almak isteyen güçler ile yukarıda bahsi geçen gayrimeşru ilişkilerden yüksek meblağlar kazanan güçlerin Hafter’e destek sağladığı iddia edilmektedir.
Ortadoğu coğrafyasının nasıl şekilleneceği sorusu oldukça merak uyandırıyor olmasına karşın, bunun cevabı henüz net bir şekilde oluşmuş değil. Ancak emperyalist iktidarların kendi yüksek hayat standartlarını sürdürebilmek amacıyla petrol ve doğalgaz zengini ülkeleri kendi kapitalist sistemlerinin bir parçası olarak tutmak için her yola başvuracakları su götürmez bir gerçektir.
Her zaman olduğu gibi bunu yaparken de demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi evrensel değerlerle kendi gerçek niyetlerini örtbas etmeye kalkışacakları çok açıktır. Bu uğurda toplumun biriken öfkesini almak gayesiyle eski diktatörleri yenileriyle değiştirecekleri, hatta bazı ülkeleri darbeler yoluyla kontrol altında tutmaya çalışacakları, bu görüşü savunanların ortak bakış açısıdır. Kısacası, “emperyalist devletlerin Ortadoğu ülkelerine sürekli müdahalesinin nihai amacının, bozulan düzeni yeniden tesis etmek olduğu fikri” giderek güç kazanmaktadır.