Masumiyet, büyüyünce çok zor bulunan ama küçük yaşta her anında var olan bir hal sanki kâri. Çocuklara özgü bir şey… “Yaşla ne alakası var be abi?” diyenlerin olacağını bilsem de ısrar edeceğim bu düşüncemde.
Bence insan yaşadıkça tenine, gözüne, parmaklarına ve tırnak aralarına kadar dünya bulaşıyor. Rengi değişiyor, dünyanın rengine boyanıyor. Oysa çocuklar öyle mi? Dünya onlara uzak, onlar dünyaya yabancı ve bence onun için güzel, onun için masum ve onun için insandan çok meleğe yakınlar…
Benim de hatıralarım var elbette masum olduğum zamanlardan kalma. Herkesin vardır. Ama çoğu vakit hatırlamakta zorlanır. Kat kat dünya boyası örtmüştür üstünü ve göreyim dese de görünmez. Bu sefer o boyaları kazıyıp da altından çıkan birkaç hatırayı yazayım dedim sana. Elbette bunları hatırlamak için bunca gayret etmemin sebebi de var. Ama o bir bahs-i diğer…
Henüz siyasetin seyis kelimesinden geldiğini bilmediğim, İbn-i Haldun’u tanımadığım, seçen olamayıp seçilene müdahale edemediğim zamanlarda sadece seven olduğum günlerden kalma hatıralar var o boyaların altında. Başbakanla Cumhurbaşkanı arasındaki farkın ne olduğunu bilmediğim, musluklarımızdan siyaha yakın sarı renkte bir suyun aktığı, çöp koyacak kutuların olmadığı, flu ve bulanık bir İstanbul… İnsanların su tankerlerinin arkasından ellerinde bidonlarla koşturduğu, benzin istasyonlarına benzer içme suyu istasyonlarından alınan bardak suları yudumlamanın bir statü sayıldığı zamanlardan kalma. Doğan SLX’li, Tempra’lı, paralarda altı sıfırlı, leblebi tozlu, formalarda isimlerin yazılmadığı zamanlar… Havada derin bir kömür kokusu, bodrum katlarda rutubet, üstlerde kaçak kat, is toz ve duman…
Ama elbette güzellikleri de var… İsmi Erdoğan olan ama herkesin Erdi dediği bizden birkaç yaş büyük bir çocuğun meşin topu mesela. Babamın konfeksiyon dükkânı, elli kişiyle beraber okuduğumuz Fatih İlkokulunda unuttuğum montum, komşumuz Terzi Pakize Teyze’nin cinsini şimdi bile bilemediğim kendi ufak ama yaşı büyük köpeği Bobi… Dodge marka kırmızı kamyonumuzun on iki yanında sallanan topuzları, amcamın deri ceketi, Yıldırım abinin kahvesinde içtiğim sıcak portakallı oralet… Dahası… Elbette dahası da var. Bir gün hepsini anlatırım sana eski bir kahvehane de çaylarımızı yudumlarken ama benim başka söyleyeceklerim var şimdi…
Ne zaman bir seçim yaklaşacak olsa aklımda türlü türlü hatıralar dolaşıp da duruyor o zamanlardan kalma. Seçmeye hakkımın olamadığı yani o kadar zaman yaşamadığım, yaşımın tutmadığı ve masum zamanlarda seçim denen şeyin ne olduğunu bile tam anlayamadığım zamanlardan kalma hatırlar… Üzerimde kırmızı renkte ve hilale bindirilmiş bir başak ile nazlı nazlı duran naylondan yapılmış parti bayrağının kenarları kesilerek yapılmış ve bin sevinçle giydiğim bir gömlek. Sonra direklerde bayrak asan abiler, Mücahit Erbakan ve hep “delikanlı” diye anılan ve sonuna illa ki “yakın köylümüz” denen Muhsin Başkan…
…
Şimdi üzerine naylon bayraklar giyen masum çocuklar görmüyorum ben. Hatta naylon bayraklar da görmüyorum. Üzerlerinde iş elbiseleri olan ve mesailerinden koşturarak meydanlara giden abiler de ortalarda görünmüyor. Şimdilerde kravatlarının üzerinde dahi isimleri yazan, çoraplarında bile isimlerinin ve soy isimlerinin baş harfleri nakşedilmiş iki dirhem bir çekirdek en ön sırada bekleyenler var. Hem bir isimleri de var onların; protokol diyorlar. Zaten koştur koştur gelen de az… Siyah, pahalı arabalıyla geliyor çoğu ve kimse direklere bayrak asmak için tırmanmıyor.
…
Bir kamyon fotoğrafı var gözümün önünde; kasasında ayakta duranlar… Bir cumhurbaşkanı ve iki başbakanı taşıyan bir kamyon… Neyse işte… Öyle.
Sahi, halen dahi oralet var mı kahvehanelerde?