Bazen ne kadar zor geliyor insana bu dâr-ı dünyada yaşıyor olmak. Yaşamak dedimse öyle çok da ciddiye alma kâri. Zira öleceğiz biliyorsun. Yani dünya o kadar da kıymete değer bir yer değil ve esas mekân ve gaye de burası değil zaten. Dünya olsa olsa bir fena handır ve “yaşadım” desen dahi inan ki yalandır. Ama o ki varız bu dünyada ve her şeyi vâr eden bize de bir can lütfeylemiş o vakit dünyadan öte bir dünya için, bedenden öte bir can için, maksat için ve gaye için yaşamak da gerekir.
Etrafımızda çokça zulüm var. Gönlümüze sığamayacak, gözlerimize inanamayacak, anlatamayacak ve yazamayacak kadar çok zulüm var. Ama zulümle âbâd olunmuyor. Olunmadı ve olunmayacak. Zalimler inan ki kör kuyularda, kara diyarlarda ve cehennemî mekânlardadırlar. Zira zulüm lügatlerde kara diye de yazılır. Ve alınlarına değil gönüllerine kara çalınır zulmedenlerin de, zulme destek verenlerin de ve sükût edenlerin de. Mazlumlar ölmez ve öldüremiyorlar inan. Zulüm zalimini öldürüyor. Ve tam burada hatırıma cennet mekân Aliya’nın bir sözü geliyor; “Biz ölüyoruz ama onlar da kazanamıyorlar…”
Ve elbette bir anahtar ve bir sır gerekiyor bize de o kara kapıları açmak için. Bir kandil gerekiyor o kara geceler de dost kimdir, düşman kimdir görmek için. Ve yeniden, yeni baştan “kardeşiz” diyebilmek için bir lisan gerekiyor bize. Kanaatimce o lisan gönül lisanıdır. Ve unutulmamıştır o, unutturulamamıştır. Nasıl ki asırlar evvelinde Anadolu dediğimiz bu gamlı diyar, onca acıyı, onca ihaneti ve onca zulmü sinesine gömüp de yeniden dirilmiş ve diriltilmişse bu gün dahi mümkündür bu. Hatta biraz haddi aşarak ya da cesaretimi toplayarak söylersem; gerçek anlamda kan gölüne dönmüş ve her bir yanını içte ve dışta dosttan sayıca çok daha fazla düşmanın sardığı zamanlardan gönül lisanını bilen dervişlerin göğe değen nidalarıyla sıyrılıp ölümden uyanmış insanların torunlarıyız biz. Ölümü öldüren adamların ve inandıkları yolda can vermeyi şeref sayanların soyundanız.
Şimdi bu söyleyeceklerim bir reçete değil elbette. Sadece ve kendimce bir çare aramaya koyuluşumdur. Ve bunlar dahi hatalı, kusurlu ve noksan bulunmaya açıktır. Ama ben zannediyorum ki yeniden gönüllere girmemiz lazım. Yaşadığımız bu diyarlarda asırlarca bir çınar gibi tek tek dikilen, bir maya gibi gönüllere çalınan ve bir dua gibi dilden dile dolanan o muştuyu yeniden bulmak gerekir. Yeniden kardeş olmak gerekir. Gönülleri almak ve gönül bulmak gerekir. Zira gönül fethetmeden şehir fethetmedi ecdat. Gönüllere girmeden şehirlere girmedi. Her bir yana bir gönül eri, gönül mimarı gönderdi. Ta ki yiyecek tek lokma ekmeği yokken, girecek bir oda hanesi yokken, giyecek bir yamalı libası yokken bile ümitsizliğe düşmedi. Zira bildi ve inandı ki Allah elbette zalimlerden daha büyüktür. İşte o zor zamanlarda bile Anadolu’nun içlerine kadar gelip de o ocağı tutuşturan, gönül lisanını konuşturan dervişler hep vardı.
Bu gün de var kâri. İnan ki bu gün de var. Ve kandil onların elinde… Karanlıktan çıkacaksak o kandil aydınlatmalı yolu. Lakin onları nasıl bulacağımızı unuttuk zannımca biz. Onların nerede olduğunu, nasıl bulunduğunu unuttuk. “Işık doğudan gelir” diyor ya bir bilge biz uzun vakittir yüzümüzü güneşin doğduğu değil battığı yere döndüğümüzden anlayamadık ne yan aydınlıktır diye.
İşte tam da şimdi o gönül lisanını yeniden konuşmak lazımdır. Gönlümüzü bir maya diye çalınmış o davayı aramak lazımdır. Yüzümüzü çevirdiğimiz karanlıktan güneşe dönmek, kaybettiğimizi yeniden bulmak ve ölümden uyanmak lazımdır.