Kırık ama net anlaşılır Türkçesi ile “Hadi ağabey, final maçını Bab Şarki’deki bizim kilisenin dev ekranında seyredelim bu akşam, şereflendir bizi” dediğinde bakışlarım Fernando Arslanian’ın dostluk dolu gözlerine takılmıştı. İnanılmaz bir kıvanç duymuş olduğumu gizleyemiyordum.

Türkiye’de daha önce birkaç Ermeni ile tanışmıştım; ancak ilişkilerimiz ticari boyutlarla sınırlı kalmıştı. Suriye maceramın en önemli kazanımlarından birinin çok sayıda Ermeni arkadaş edinmek olacağı daha önce bana söylenseydi sanırım inanmakta güçlük çekerdim.

Bir de Nişan vardı: Ana tarafından Nasturi, baba tarafından Ermeni, Halep’te büyümüş, dedeleri esasen Maraşlı. O da muhteşem cana yakın bir genç delikanlıydı, çok iyi Türkçe konuşurdu. İlk tanıştığımızda nasıl bu kadar iyi Türkçe konuştuğunu sorduğumda “Çok Türkçe kanal izledim abi” demiş; bana pek de inandırıcı gelmemişti. Arkadaşlığımız ilerlediğinde bir gün sohbet esnasında “Sana bir şey itiraf edeyim mi abi, bizim evde hala Türkçe konuşulur” şeklinde beyanda bulunmuştu.

Mezun olduğum Uluslararası Arapça Enstitüsü’ne dünyanın her yanından iyi eğitim almış diplomat adayları ve doktora öğrencileri lisan öğrenmek için gelirlerdi, tabii ki birçok Ermeni genci de. Milli güdülenmişlik nedeniyle Türk öğrencilerle aralarında ilk başlarda belirgin mesafeler olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi. Ancak ilerleyen zamanlarda mutlak surette çoğunluğunun bir veya daha çok Türk ile yakın arkadaşlıklar kurduğuna şahit olabilirdiniz. Bir yaz döneminde Vagram dışında tüm Ermeni gençleri ülkelerine dönmüşlerdi de bu delikanlının üç ay boyunca en yakın yarenleri okulda ve yurtta bir Türk Yüzbaşı ile bir İlahiyat doktoru dostumuz olmuştu; hatta yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi, tabii benim de…

Asthik, diplomat adayı zarif mi zarif, alımlıca bir genç kızdı. Her nedense bana ayrı bir saygı gösterir, yaşım nedeniyle olsa gerek güvençli bir samimiyet duyardı. Bir gün birlikte çay içerken “Asthik ne olacak bu bizim hallerimiz?” şeklinde espriyle karışık konuya girdim. “Ama bana diplomatik dil kullanma, açıkça hislerini ve düşüncelerini belirt, ne öngörüyorsun Türk-Ermeni ilişkileri hakkında” dedim. Tebessüm etti, derince bir iç çekti ve “Aslında biz yeni nesil bu nefret diliyle bir yere varılamayacağının farkındayız. Ancak Ermenistan siyasetinin en temel iç öğesi soykırım ve Türkiye düşmanlığıdır, işte bunu kırmak çok zor. Çünkü sırf böyle olması için yani Türkiye ile bu sorunların devam etmesi için Ermeni diasporasını barındıran ülkeler, hükümetlerimizi destekliyorlar. Devletin bunun dışında pek de fazla bir gelir kaynağı yok” şeklinde cevap verdi. Bu kadar açık yürekle konuşması beni cesaretlendirmişti ve saatlerce konuştuk. Geçmişin acılarını unutmak mutlaka çok zordu, ölen on binlerce Ermeni’nin, Türk’ün, Kürt’ün yerlerinden yurtlarından edilmişliğinin getirdiği zorluk ve sıkıntıları andık; ancak tarihin o evresinde takılıp kalmanın bugüne ve geleceğe herhangi bir katkı sağlamayacağı noktasında hem fikirdik. “Yine de sanırım bize bir özür borcunuz var” dedi. “Evet, mutlaka vardır. Ancak emin olmalısın ki, ilk önce coğrafyamızı paramparça edip kendi çıkarları için aramıza nifak sokarak düşmanlık ekenlerin, hepimize, çok daha büyük ve bir değil, binlerce özür borcu var. Bizler aynı medeniyet havzasının evlatlarıyız, inanın sizleri yakından tanıyınca öylesine biz olduğunuzu görüyorum ki, bizi birbirimizden eden tüm bir tarihe lanet edesim geliyor.” Bu sözlerim üzerine çok duygusallaştığını fark ettim ve havayı yumuşatmak için “Hadi bırakalım şimdi bu sıkıcı mevzuları, hep beraber Nubar’a gidip pastırma alıyoruz. Akşam yumurtalı pastırma partisi bende!” Gülüşüyoruz.

Haa unutmadan, Nubar Kayseri göçmeni bir Ermeni ve Şam’ın en iyi pastırma ve sucuğunu o yapıyor, bizi tanıyor. Dükkânına her girdiğimizde ise “Nö’rüyon kuzuum, helâl, helâl” diyor.

Selam ve duayla…