Başlık gayet açık ve net. Tarih boyunca Müslüman sanatkârların en çetin duvarı Müslümanlar oldu. İster adına taassup deyin, ister kültürel tutuculuk ya da dönemsel şahsi ve kitlesel tavır deyin, Müslüman sanatkârlar her daim en dar çemberin en iç tarafıyla mücadele etti.

Sanatkârı gözeten İslami hassasiyetlerin topyekûn yanlış olduğu kanaatinde değilim elbet. Sanat, sınırsızlık değildir. Aksine, ‘doğrular’ çerçevesinde gösterilen iradeyle halkalanan özgürlük alanıdır. Bu bakımdan, sanatkârın sorumluluk alanı içerisinde toplum da var. Fakat tek başına toplum olmadığı ve olamayacağı gibi tek başına kendisi ya da sanatı veya eleştirmenler de değildir. Hem hepsi, hem de hiçbiri değil, zamandır…

Evet, sanat sorumluluk demektir. Özgürlük de sorumluluk gerektirir. Haliyle doğru kodlarla çizilmiş sanatın çerçevesi sonsuzluğa kapı aralar.

Tüm bu resim içerisinde ‘hedef kitle’ olarak da nitelendirilebilmesiyle beraber, yetkiyi tek başına elinde bulunduruyor olamaması, sorumluluğun karşılıklı olarak paylaşılması sonucunu doğuruyor. Yani sanatkârın mesul olduğu herkes ve her olgu, aynı derecede sanatkâra karşı sorumludur.

Sorumluluğun karşılıklı paylaşımı hakikatinde, Müslüman sanatkârın Müslüman kitlesinin noksanlıkları/fazlalıkları sorun olmaya devam ediyor.

Müslüman kitlenin sanat eserinin muhatabı olarak sorumluluk alanını oluşturan başlıklardan bahsedelim…

Öncelikle sanat eserini muhatabı olan her şahıs, geri bildirimi (feedback) sağlamalıdır. Kitap satın almak, film izlemek, tiyatroya gitmek, resim sergisinin yolunu tutmak, müzik albümü satın almak ve bunların tamamı için ‘söz etmek’ (özellikle sosyal medyada) hayati derecede önem arz ediyor. Bunları yaptıktan sonra eleştirmek, beğenmemek ve sonraki kitaba, filme, sergiye alaka göstermemek de hakkıdır.

Oysa bizim insanımız (mütedeyyin Müslümanlar) sorumluluğun ilk aşamasını yerine getirmeden hemen sonraki adımı hayata geçiriyor. İzlemediğini eleştirmek, hayatında bir defa kapısını araladığı tiyatroda çok geri kaldığımızı iddia etmek, kütüphanesinde toz yapmaktan başka işe yaramayan (belki kapağını dahi görmediği) kitabın yazarını tefe koyup çalmak, müzisyeni eğlendiren birimden öte konumda görmemek kalıtımsal bir alışkanlık haline geldi. Maalesef istisnayı bozamayacak seviyede muhatap olmanın hakkını veren var.

İzleyici/okuyucu konumundaki Müslümanların bir diğer olumsuz etkisi de, zamanın ruhunu göz önünde bulundurmadan, yenilik namına ortaya konan hemen her şeye kati tepki koymasıdır. Yakın zamanda bunu internet, televizyon ve sinema ile yaşadık. İnternet ve sosyal medyanın toplumsal duruşumuzu tepetaklak ettiği son senelere gelene kadar hala sinemanın günah olduğunu iddia eden kanaat önderleri çıkıyordu. Artık kanaat önderlerinin ve cemaatlerinin televizyonları olduğu için sinema başta olmak üzere sanat dallarına karşı daha soğukkanlı bir tavır içindeler. Olumlu bir gelişme tabi. Savunma refleksinin yumuşamasının ötesinde artık kitleleri sanata yönlendirecek ciddi yorumlar bekliyoruz.

Sanatın muhatap kitlesinin önemli bir kısmını da ‘doğrudan destekçi’ diyebileceğimiz kesim oluşturuyor. Güncel sıfatıyla ‘sponsor’. Tarihin hiçbir döneminde devlet ve burjuva desteği olmadan sektörel ve kitlesel olarak ilerleyişini sağlayamayan sanatın postmodern zamanda en mühim ayağı da bu… Türkiye’nin yeni orta sınıfı (yani zengin Müslümanlar) da artık sanata doğrudan destek verme mükellefiyetindedir. Açık ve net, bunun bir vebal olduğunu ifade ediyorum.

Bir de hemen eleştirmek, kınamak, dedikodu yapmak ve -marifetin iltifata tabi olduğu tecrübesini umursamadan- övgüyü hak edeni de bir türlü övememek…

Halbuki Müslüman, birbirinin aynası, dilinden emin olunan, haliyle de kardeşinin ahvalinden mesul olandır. Öyle ucuz bir sorumluluk değil bu. Yazının başından sonuna bir riski göze alarak (bütün olumsuzluklara bu gazı sebebiyle maruz kalma ihtimali) bulunduğum çağrı, anlama ve anlatma çabası üzerine…

Birbirimizi anlamaya çalışmadan önce anlatmaya çalışmak, yani ders vermeye çabalamak, yani her şeyi ben biliyorum havasına bürünmek, yani ‘oldum’ kimyasına kapılmak, yani benliğe mahkum olmak, yani dinlemeyi bir türlü becerememek, yani omuz vermemek, yani davayı şahsileştirmek ve dava denen olguyu kurumsal logosunun marka değerine hapsetmek, yani selam vermemek, yani çay içmemek, yani aynı tabağa kaşık batırmamak, yani tecrübeyi paylaşmamak, yani istişare etmemek, yani soru sormamak ve yani Müslümanca davranmamak…

Mesuliyet ağır…

Müslümanların her zamankinden daha fazla göz önünde olduğu ve bir Müslümanın yaptığının/yapamadığının bir başka Müslümana ve hatta Müslümanlara ve dahî İslam’a mal edildiği şu zamanda herkes sorumluluğunun gereğini yerine getirmeli…

Aksi takdirde düşman ya da köstek aramamıza gerek kalmaz. Sanatımızın ve sanatkarımızın en büyük manisi yine kendimiz olacağız.