10 yıl öncelerdeydi, Hakan Albayrak kardeşimizin ‘Halifesiz Müslümanlar’ ismiyle bir kitabçığı yayınlanmıştı. Ama, ironik gibi gelse de, şimdi bir Halife (!?)miz var artık!

Üstelik, Afrika kıt’asının orta batısında yer alan ve 140 milyonu aşan nüfusu ve insan kaynağı ve petrol kaynaklarıyla etkili bir konumda bulunan Nijerya’da son yıllarda filizlenen ‘Boko Haram’ isimli ve eylemleriyle dünya kamuoyunda, tıpkı IŞİD/ DAİŞ gibi farklı bir mücadele ve propaganda yöntemi kullanan bir örgüt de geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamayla kendisini Halife ilân eden DAİŞ lideri Ebubekr el’Bağdadî’ye bey’at ettiğini, onun otoritesini meşrû’ kabul ettiğini ona itaat edeceğini, onun emrine girdiğini açıklamış bulunuyor.

Daha önce de bir başka grup, Libya’da zuhûr etmiş ve kendisini ‘Libya (DAİŞ)’i’ olarak isimlendirmiş ve onlar da özellikle Mısır’lı qıbtî hristiyanlardan 21’ini kaçırıp, onların boğazları kesilerek öldürüldüğü şeklindeki dehşet verici sahneleri yansıtan filmleri internette yayınlayarak varlıklarını ‘isbat’ etmişlerdi! Yani, sadece Ortadoğu’yla sınırlı kalmayan bir durum..

Bir gücü küçümsemek, onu karşı konulamaz bir büyük güç sanmak kadar tehlikelidir.

*

‘El’Qaide’ geride kaldı, biraz da DAİŞ verelim..

Geçmişte El’Qaide, bu durumda sayılıyordu. Ama, Usâme bin Laden’in Amerikan güçlerince Pakistan’daki bir yerleşim biriminde öldürülmesinden sonra yeni lider olan Eymen ez’Zevahîrî liderliğinde varlığını sürdüren El’Qaide’nin şimdilerde DAİŞ gölgesinde kaldığı söylenebilir.

Hele de, Zevahirî’nin, Suriye’de, sadece Esed diktatörlüğüne karşı değil, birbirleriyle de kıyasıya mücadele eden ‘en’Nusra’ ve ‘DAİŞ’ örgütlerine hitaben 1,5 sene kadar öncelerde yayınladığı ve, ‘Mücahid Kardeşlerim..’ hitabıyla başlayan ve tarafları ‘El’Qaide’nin liderliği altında birlikte hareket etmeye davet eden mesajına En’Nusra’nın olumlu cevab bildirmesine rağmen, DAİŞ’in yaklaşmaması üzerine, aynı Zevahirî’nin iki gün önceki ‘mücahid kardeşleri’ni derhal ‘Şeytanın askerleri’ diye yaftalamasından sonra.. İpler iyice kopmuştu.

Ve, nasıl ki, El’Qaide, uluslararası medyada güçlü gözüktükçe, ona özenen ve bağlılık iddiasında bulunan örgütler olduysa, şimdi de DAİŞ bugünkü durumunu sürdürebilirse, daha başka grup ve örgütlerin de ortaya çıkabileceği ve ona bağlılık iddiasında bulunabileceği tahmin edilebilir.

*

Bir kişi veya grup, Irak ve Suriye’de meydana gelen otorite boşluğundan istifa ederek silahı çekti ve benimsedikleri, metod olarak kabul ettikleri silahlı mücadele örneklerini korku veren propaganda modelleriyle sunup dünyayı dehşete sürükleyerek, daha bir güç kazanmış gibi gözüktü ve o güç vehmiyle etrafına yeni bir takım grupları daha topladı.

Irak’ın batısında, ve Suriye’nin doğusunda, Suûd rejiminin kuzey sınırlarından Türkiye’nın güney sınırlarına kadar uzanan ve 200 bin km. kareyi bulan toprakları ele geçirdi. Suriye’nin 150 bin km. karelik bir alana sahib olduğu düşünülürse, hiç de küçümsenmiyecek bir toprak parçası..

1,5 milyonu aşan nüfusuyla kuzey batıda, Irak’ın ikinci büyük şehri olan Musul, aylardır bu silahlı örgütün elinde ve çevredeki daha küçük başka şehirler de..

Ve o büyük şehir, bir örgüt mantığıyla değil, âdeta bir devlet aklıyla hareket ediliyormuşcasına, bir seneye yakın zamandır, bu örgüt tarafından yönetiliyor. Resmî daireler başka olmak üzere, okullar, hastâneler, bankalar ve sosyal hayatın diğer günlük hayat çarkları, -en azından, zâhiren- çok büyük bir sıkıntı ile karşılaşmaksızın işliyor.

Musul’dan gelen bazıları, ‘Önceleri işyerlerimize hergün bir çok silahlı örgütün elemanı gelir, silahı dayar ve vergi adı altında haraç isterlerdi. Şimdi ise, muhatabımız sadece DAİŞ..’ diyorlar ve pek rahatsız gözükmüyorlar.

Aynı durum, Suriye’nin doğusundaki ve çevresiyle birlikte 400 bin kadar bir nüfusa olduğu bildirilen Rakka ve diğer yerleşim birimleri için de geçerli..

Ki, aylardır DAİŞ savaşçılarının elinde bulunan ve bugünlerde Saddam’ın doğum yeri olan Tikrit şehrini geri almak için, ‘Irak Ordusu + İranlı ünlü istihbarat generali Kasım Suleymanî + şiî milisler + Amerikan emperyalizminin istihbarat desteği ve bombardımanları’yla şekillenen ortak operasyonların günlerdir yine de netice vermemesi, ayrı bir ilginç durum..

*

Sahi, Hılafet iddiasında bulunanların hangi aklî-şer’î delilleri var?

Kim bunlar?

Bu devlet aklı denilen özelliği nasıl elde ettiler? Ve bu kadar nasıl güçlü ve disiplinli olabiliyorlar ve yüksek teknolojiyi nasıl bu kadar maharetle kullanabiliyorlar?

Çeşitli coğrafyalardan ve ülkelerden gelmiş ve özellikle teknolojik açıdan gelişmiş ülkelerde eğitim gördükten sonra ideallerine hizmet etmek niyetiyle bu örgüte katılıp en gelişmiş ve kullanılması karmaşık silahları ve çok farklı bir propaganda yöntemleriyle devreye nasıl sokabiliyorlar. Tek bir liderlik altında nasıl bu kadar disiplinli olabiliyorlar ve bu zor konuyu nasıl hallettiler, farklı kavim ve dillerden meydana gelmelerine rağmen?

Bu konuyu, sanki biliyormuşuz gibi bize de soruyorlar.

Bilinmeyen biri konu hakkında, sağlıklı bir görüş nasıl açıklanabilir?

Bu örgütün savaşçılarının yüzler- binler halinde öldürüldükleri söylendiği halde, tükendiklerine dair bir işaret de henüz yok.. Öldürenler de daha çok, emperyalist güçlerin bombardımanlarının kurbanları.. Ve zaafa uğratıldıklarının sanıldığı bir anda, bir de bakıyorsunuz, bir başka cebheden binler halinde ortaya çıkıp, oralarda da ciddî tehdidler oluşturuyorlar, ‘Biz bir ölürüz, bin diriliriz..’ dercesine..

Şimdi bu gücü, nice çevrelerin ve hattâ kocaman kocaman liderlerin yaptığı gibi, biz de bir takım emperyalist güç odaklarının kuklası olarak niteleyip geçebiliriz, ama, bu, bu durumu anlamaya yeter mi?

*

Durumu, bir karikatür mü anlatıyor; durumumuz mu karikatür ?

Bakû’de ’teksebir’ adıyla yayınlanan bir mizah dergisi vardı, 20 yıl öncelerde.. (Teksebir, Azerbaycan türkçesinde ‘hapşırık’ mânâsında..)

Bir sayısında ‘Muselmanların mes’ele-i aslîsi ne menedir?’ başlıklı bir yazı yayımlanmıştı, birinci sahifesinde.. Böyle bir ciddî konunun bir mizah dergisinin kapağında ele alınması bir paradoks /çelişki gibi gözüküyordu. Ama, konunun daha da çarpıcı yönü, kocaman bir karikatürde anlatılan mânâ idi..

Bir tarafta, bir hoca, ‘Rehber / (lider), menem (benim)!’ diyordu, bir diğer kürsüde bir diğer hoca, aynı şekilde.. Bir diğer kürsüde, bir kravatlı kişi de aynı.. Biraz ötede, bir çocuk kundak sargılarının arasından elini çıkarıp parmağını ‘Rehber menem!..’ diye havaya kaldırıyordu. Bir diğer karede ise, mezardaki bir iskelet, parmağını yükseltmiş, ‘Rehber menem!’ diyordu.

Aslında bugün geldiğimiz noktayı çok çarpıcı şekilde anlatıyordu.

*

Bütün dünya müslümanların, bir kuru kalabalık değil de bir inanç toplumu olarak, bir millet, bir ümmet halinde ortaya yekvücud olarak ortaya çıkması, hele de bugünkü dünyada daha bir kaçınılmaz zarûret..

Ama, bu temel ihtiyacı, sağlıklı şekilde karşılayamadığımız zaman, onu sağlıksız yollarla, güç ve servet (zor ve zer) gösterileriyle ya da, bir takım sulb-ü mubarek kutsamaları ve kan soyuna ve dayalı kutsallık iddialarıyla karşılamaya kalkışacaktır.

Temel problemimiz, dünya karşısına tek bir irade altında, herkesin hür iradesiyle etrafında birleştiği bir irade merkezi olarak bir inanç toplumu organizasyonu olarak çıkamamak..

Ve o zaman da birileri kılı silahını çekiyor, dünyayı dehşete düşüren eylemleriyle de kendilerinin halifeliklerini ilan ediyorlar.

Khulefâ’y-ı Râşidiyn dönemi sonrasından beri, ‘de jure’ yani, meşrû- hukukî kurallara göre şekillenen bir yönetim oluşturmamız gerekirken; hep bunun tersi bir durumla, ‘de facto’/ fiilî duruma göre şekillenen hukukî anlayış içinde geçti, asırlarımız..

Bu durum hep böyle mi sürecek? Birileri eline silahı veya iktidar mekanizmalarını geçirince mi, onların yönetim hakkını kabul edeceğiz; yoksa, zoraki değil, aklımızla ve kalbimizle aynı potada bütünleşmiş bir İslam Milleti halinde mi sahnedeki yerimizi alacağız?

Evet, en aslî mes’elemiz bu..

Yoksa, daha niceleri çıkar, halifelik veya imamet/ liderlik adına, iradelerimizi hiç kaale almayıp kendilerini bize empoze ederler.