Dünkü yazıyı tamamlayamamış, ve Türkiye’nin vargücüyle katıldığı ve hedeflerine ulaşması için bütün askerî ve hattâ sosyo-politik gücünü bile ona göre dizayn ettiğini, düzenliğini belirtip, Rusya ile Türkiye arasında son günlerde meydana gelen sürtüşme karşısında NATO’nun kendisini nasıl kenara çekmeye çalıştığına dair işaretlerden söz etmiştik..
Konuya devam edelim..
*
Tekrar hatırlayalım ki, Osmanlı, hele de son 150-200 yılında dışsiyasetinde Avrupa’ya zımnen bağlılığı esas alan bir çizgi takib ettiyse, bu da büyük çapta, Rusya tehdidi yüzündendir..
Rusya ile Avrupa arasında bir görünmez duvar vardı ve o hâlâ da kısmen vardır..
Ama, müslüman dünyası ve iszlam tehlike olarak görüldüğünde, onların herbirisi bir araya geliverir..
Tekrar hatırlayalım.. 1699- Karlofça Andlaşması’nda, yani, Osmanlı’nın ilk toprak kaybını uluslararası bir andlaşma ile kabul etmek zorunda kaldığı anadlaşmada, karşı taraftaki en büyük güç yine Rusya idi..
Ondan 75 sene sonra, 1768-74 Savaşı sonunda, imzalanan 1774-Kaynarca Andlaşması’nda ise, Rusya Çarlığı, Osmanlı’yı âdetâ teslim almıştı, Ve, Osmanlı, çaresiz, kendi ülkesinin, Rusya tarafından gerekli görülen her bir yerinde konsololuk açma yetkisini bu andlaşma ile vermişti, Rusya’ya.. Rusya’nın dayatması üzerine..
Daha sonraki savaşların herbirisinde de Rusya hep, bir numaralı düşman durumundaydı..
(Ama, Osmanlı’nın Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlı’ya isyan edip, üzerine gönderilen donanma da, Mehmed Ali’ye katılınca ve arkasından da, Mehmed Ali, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki isyancı Mısır güçlerini yola çıkarıp, Nizip ve diğer yerlerde Osmanlı ordusu bozguna uğratılarak İstanbul’a doğru yol almaya başlayınca ve taa Kütahya’ya dayanınca..
Padişah 2. Mahmûd, o kadar çaresiz kalmıştı ki, ’Ne yapayım, denize düşen yılana sarılır..’ diyerek, Rusya’dan bile yardım istemiş ve ancak ondan sonra, Kütahya’da imzalanan bir andlaşma ile, İbrahim Paşa durdurulup geri gönderilebilmişti..)
Ama, bundan sonrasında, Rusya’nın gölgesi daha bir heyula gibi, Osmanlı’nın üzerine hep çökülü kalmış ve hele de Tanzimat’tan sonrasında ise, Osmanlı Hükûeti, Duvel-i Muazzâma yani, ’Büyük Devletler’’in sefirleri /elçileri aracılığıyla yönlendirilemeye başlanmış ve kimi sadrâzamlar sırtlarını İngiltere’ye, kimileri Fransa’ya, kimileri Rusya’ya, kimileri de Avusturya -Macaristan İmparatorluğu ve Almanya’ya dayayarak dünya güçleri arasındaki yerlerini korumaya çalışmışlardı. Ve ilginçtir, onların herbirisi de, ’Osmanlı’yı nasıl bölüşürüz aramızda ve bölüşelim derken, birbirimize düşmez miyiz?’ korkusu içindeydiler. Ama, o büyükelçilerin kendi ülkelerine gönderdikleri rapor öyleydi ki, sanki ’İstanbul Hükûmeti’ni onların herbirisi kendi devleti adına, kendileri ayakta tutuyorlardı..
*
Bu arada 1853-56 Kırım Harbi’ni bir daha hatırlayalım, ondan 220-22 sene sonra gelen 1877-78 Osmanlı-Rusya (93) Harbi’ni ve sonra devreye İngiltere ve sonra da Bismarck Almanyası’nın girmesiyle, Rusya’nın biraz geri oturtulur gibi yapılmasını, ve sonra, Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı’nın karşısında yine en büyük düşman güç olarak, Rusya!.
*
Ama, Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru biraz rahatlar gibi olacağımızı sandık, ama, bu kez de, Rusya’nın boşluğunu öteki Duvel-i Muazzama denilen öteki şeytanî güçler doldurdular, boşluk bırakmadılar, ve neticesi mâlum..
Rusya, artık Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını almış ve çeşitli kavimler- dinler ve sosyal sınıflar, önce komünist rejimin ünlü liderleri İlich Ulyanov Lenin ve sonra Josef Stalin’in tuttuğu proleterya diktatörlüğü bayrağı ve şemsiyesi altında 1939’lara gelmişti..
Hitler Almanyası ise, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın uğradığı yenilgilerin ve kayıplarını telafi etmenin ateşi içinde idi..
Alman Dışbakanı ’von Ribbentrop’ ve Sovyet Dışbakanı Molotof, 25 Eylûl 1939’da, Doğu Avrupa’nın nasıl taksim edileceği konusunda aralarında gizli bir andlaşma imzalamışlardı ve bir hafta sonra da, 1 Eylûl 1939’da Hitler Almanyası’nın Polonya’ya saldırıp, Alman ordularının bir haftada başkent Varşova’ya girmesiyle, İkinci Dünya Savaşı başlamıştı..
Sovyet Rusya ise, o sırada, bir hafta öncelerde imzaladıkları andlaşma ile kendi payına düşen Doğu Avrupa ülkelerini yutmakla meşguldü.
Ama, savaşın ortalarına doğru, Hitler Almanyası, Stalin’in beklemediği şekilde, Sovyetler’e de saldırıvermiş ve alman orduları, korkunç bir sür’atle, kısa zamanda taaa, Hazar Denizi’nin kuzeyindeki Stalingrad’a (komünist dönem öncesindeki ve şimdiki adıyla Volgagrad’a) dayanmıştı..
Artık, Sovyet Rusya, Hitler Almanyası ve Japonya’ya karşı Amerika ve İngiltere safındaydı.. Savaşın başında kazandığı yerleri yine elinde tutuyordu ve Stalin’in başlangıçta Hitler’le yaptığı işbirliği de hatırlanmak bile istenmiyordu.
2.Büyük Savaş, Almanya, Japonya’nın ve bunların liderliğindeki öteki ülkelerin yenilgisiyle bittiğinde ise..
*
1945’de savaşın bitiminden hemen sonra, Sovyet Rusya, Türkiye’ye bir gizli ültimatom vererek, bazı taleblerini dile getiriyordu. Bu taleblerin en çarpıcı tarafı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın güvenliğini Türkiye’nin sağlıyamaması yüzünden, büyük zararlara uğradıkları ve bu yüzden, bu ’Boğaz’ların güvenliğini Sovyet Rusya’nın kendi uhdesine alacağı şeklinde olanı idi.
Halbuki, Türkiye, 2. Dünya Savaşı boyunca silahlı tarafsızlık ilan etmiş v ektendisine saldırılmadığı müddetçe savaşta hiç bir tarafın yanın da yer almıyacağını önceden ilan etmişti ve o bildirimine sâdık kalmıştı..
Dönemin Türkiye C. Başkanı İsmet İnönü, bir cevabî nota gönderiyordu, Stalin’e.. Ve kısaca, ’Halkımızın, tarih boyunca vatanına karşı sorumluluğunu yerine getirmediği hiçbir örnek yoktur..’ gibi bir cümle kullanılıyordu.. Yani, gerekirse, savaş!..
Ama, o ültimatomun dibaçesinde, bir cümle vardı..
’Bu cevabî ültimatomun muhteviyatından/ içeriğinden, Büyük dostumuz Amerika Birleşik Devletleri de haberdar edilmiştir..’ deniliyordu..
Yani, Amerikan emperyalizmi, kendisini Amerika’nın kucağına atan bir Türkiye ile karşılaşıyordu.
*
Sovyet Rusya ise, bir taraftan da, kapitalist emperyalizmin lideri olan B. Amerika karşısında, kendi komünist ideolojisinin şemsiye altına aldığı Doğu Avrupa ülkelerinden Doğu Bloku’nu oluşturuyor ve kapitalizm imparatorluğuna karşı bir komünizm imparatorluğu kuruyordu..
Bu duruma karşı Batı Bloku, ilk zafer sarhoşluğunu attıktan sonra, karşısına kendi saflarından ortaya çıkan yeni bir düşman kutubla karşılaşıyor ve ona karşı tedbirlerini almaya başlıyordu..
İşte o sırada NATO düşüncesi de şekillenmeye başlamıştı..
Komünist Doğu Bloku’na karşı, kapitalist Hristiyan Batı ülkeleri arası bir askerî savunma paktı.. ’North Atlantic Treaty Organisation / Kuzey Atlantik Andlaşması Teşkilatı’ kelimelerinin başharflerinden oluşan bir teşkilat.. NATO..
*
İşte o sırada, Türkiye’nin de stratejik açıdan Batı dünyasının dünya egemenliği için son derece önemli bir jeo-politiğe sahib olan Türkiye’nin de tehdid Sovyet tehdidi altında olduğunun anlaşılmasıyla.. Amerika, hemen, İkindi Dünya Savaşı’nın ünlü savaş gemilerinden Missouri Zırhlısı’nı yola çıkarıyordu ki, o sırada Wasington’daki Türkiye Büyükelçisi de vefat edince, tablo daha bir zenginleşti ve o zırhlının güvertesine konulan ve Türkiye bayrağına sarılı tâbutla birlikte, bu zırhlı İstanbul önlerine vardığında, o gün, hükûmet resmî tatil ilân etti ve yüzbinler-milyonlar sokaklara fırlayarak, ’Haydi Gel, Moskof!’ diye büyük sevinç gösterileri tertiblediler.
Türkiye daha sonra, başta Kore Savaşı olmak üzere, bir çok fedakârlıklarla kapitalist Batı Bloku’na bağlılığını gösterince, NATO’ya lûtfen alındı..
Ama, dönemin İngiltere Dışbakanı, ’Türkiye, bir müslüman ülkedir, NATO ise, bayrağında bulunan ’Haç’ şeklindeki yıldız motifinden de anlaşılacağı üzere, bir hristiyan ülkeler arası savunma paktıdır..’ dediyse de, Türkiye, ’Biz, vallaa-billaaa laik bir rejimiz..’ dercesine, Batı dünyasının değerlerine sadakatini gsötermye çalıştı.. Dahası, 1923’de , Cumhuriyet rejiminin kurulmasından önce Ankara rejimiyle imzalanan Lozan (Lousanne) Andlaşması’nın gerektirdiği şekilde, halkın inanç dünyasıyla, İslam’la nasıl katı bir müdahaleci laik tatbikatla savaş halinde olduğu da esasen biliniyordu ve NATO’ya kabul edildi..
Yani, Türkiye, Osmanlı’nın son 200 yılında olduğu gibi, yine Rusya tehdidiyle Batı’ya yaslanarak, üzerindeki tehdidi hafifletmişti..
Yani, Türkiye’nin Batı’ya ayarlı sosyo-politik ve dış siyasetlerinin temelinde, Rusya tehdidi büyük bir pay sahibi..
*
Böylece Doğu ve Batı blokları arasında, dünya, yarım asırdan fazla bir süre boyunca, bir Soğuk Savaş dönemi yaşıyordu, taa Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında çöküşüne kadar..
Ama, Sovyetler’in dağılmasındana sonra epeyce yerlerde sürüklenen Rusya, Putin zamanında derlenip toplanınca..
Yeniden eski siyasetlerine ve hayallerine dönmeye başladı..
Ve Türkiye ile dostâne görünümlü gelişen siyasetlere rağmen, fırsatı bulunca, onu da sıkıştırmaya ve hem de ’Türkiye’nin mevcud liderliğiyle, bu ülkenin İslamlaştığı’ korkusunu kapitalist emperyalizmin şeflerine de bir tehdid olarak ilan edip, yeni bir sahife açtı..
Çünkü, emperyalist dünya, Irak İşgali ve sonrasındaki büyük sosyal buhranların ortaya çıkardığı DAİŞ isimli bir bir silahlı örgütü, bütün dünyaya karşı bir büyük tehdid olarak gösterip, neredeyse her müslümanı potansiyel bir düşman olarak algılatacak şekilde bir propaganda savaşı başlatmıştı..
Ve Türkiye de, Osmanlı’nın son asırlarındaki eski hastalıklı siyasetlerinden ve de ona tepki olarak uygulanan zehirli tedavi mesâbesindeki katı laik diktatörlük uygulamalarından kurtulup toparlamaya ve dünya siyasetindeki yerini kendi aslî kimliğiyle almaya başlamıştı..
Bu aslî kimlik İslam idi, o halde, emperyalist-şeytanî güçler bu duruma seyirci kalamazlardı.
*
Bu konuya, yarın da devam edelim, inşaallah..