12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi öncesindeki anarşi ve terör ortamında, ‘sağcı-solcu’ şeklindeki kutuplaşmaların ortamında silahlı çatışmalardan geniş bir gençlik kitlesini korumuş ve insan yetiştirmeyi hedef edinen ‘Akıncılar Teşkilatı’nın 35-40 yıl öncelerdeki ‘reis’lerinden Mehmed Güney kardeşimizin yönetiminde, İst.- Eyyub- Bahariye’de çok yönlü sosyal çalışmalarını sürdüren ‘İnsan ve Medeniyet Vakfı’nın bir toplantısındayız.
İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü hocalarından kadîm dostumuz Prof. Mahmud Kaya, seçkin bir hazirûna, Divan edebiyatının beyitlerinden- mısralarından imbiklediği ve bizim inanç ve düşünce dünyamızın inceliklerinden gelen ışık huzmelerini yansıtıyor.
*
Düşünüyorum, öyle beyitler var ki, yüzlerce yıl öncesinde yaşamış olan cedlerimizden okuma yazma bilenler ve hattâ bilmeyenler bile, o sözlerle neyin anlatıldığını, neyin verilmek istendiğini anlıyorlardı. Ama, bugün üniversite tahsili yapmışlarımızdan niceleri o beyitleri bütünüyle değil, o beyitlerde kullanılan kelimeleri bile anlamakta zorlanıyorlar, ya da, büyük çapta anlamıyorlar.
*
Bırakalım, bu kendi edebiyatımızın yüzlerce yıl öncesinden yansıyan beyitlerini..
Bir üniversite öğrencisi, geçen hafta, ekranlarda yayınlanan bir bilgi yarışmasında, ortamektep sıralarından beri matematik derslerinde öğretilen, bir dairenin çevre uzunluğunun çap uzunluğuna bölünmesiyle ortaya çıkan ve ‘pi’ sayısı diye isimlendirilen 3,14 hattâ 3,1416 diye devam eden matematik sâbitesini bilememiş..
Halbuki, bütün orta tahsil yılları boyunca o ‘pi’ sayısıyla kesinlikle ve defalarca karşılaşmış olmalıdır. Ki, benim rahmetli babam bile, hiç okula gitmediği halde, bazı arazî ölçümlerinde ‘pi’ sayısının adını bilmeden, bu rakamlardan istifade ederdi, benim henüz bu sayıyı bilmediğim ilkmekteb yıllarımda bile..
*
Geçirdiği bir beyin kanamasından sonra iki yılı aşkın zamandır komada olan -ki, şifalar diliyorum-, Kenan Işık isimli beyefendi bir tiyatro sanatçısı da, sunmakta olduğu sözkonusu bilgi yarışmasında, üniversiteyi bitirmiş bir yarışmacıya, ‘‘rüku’, namazın bölümüne denilir..’ diye, dört şıklı cevabı olan bir soru sormuştu ve epeyce büyük bir ödül de kazanacak olan yarışmacı onu bilemeyince.. İzleyicilerden yardım istedi, birbirine yakın değişik şıklara aynı nisbette yakın cevablar alınınca.. Karar veremedi.. Sonra, dört şıktan iki muhtemel cevab silindi. Geride kalan iki şık içinden de bir seçim yapamayan yarışmacı, telefon yardımı hakkını kullandı.
Çok geniş kültürlü olduğunu söylediği bir öğretmenine telefon edildi.
Telefondaki ses, dinlediği soruyu düşündü-taşındı, ‘Vallaaa, …. ciğim, tam bilemiyeceğim, galiba filanca bölüm olmalı…’ diye cevab veremez mi..
Yarışmacının kazanacağı büyük para mükafatı yandı..
Ama, sunucu beyefendinin yanması daha ilginçti..
Dudaklarından, ‘Vah-vahhh… Vah- vahhh.. Hangi noktaya gelmişiz… Namazda rukû’un ne demek olduğunu, çok kültürlü olduğu söylenen öğretmenlerimiz bile bilemiyor..’ gibi bir hayıflanma ifadeleri dökülmüştü.
Benzer örnekler yığınla çoğaltılabilir..
*
Eskiden, 55-60 sene öncesine kadar Maarif Vekaleti denilirdi, şimdi M. Eğitim Bakanlığı denilen kuruma..
Maarif, yani ‘irfan kazandırma..’ işi..
İrfan ise, insanın kendini ve kainatı derinlemesine bilmesine, sezgi gücünü de arttırmasına yarayan, sahih, insanlığa, insanın olgunlaşmasına ve insanlığa faydalı bilgi..
Şimdi Eğitim Bakanlığı.. deniliyor.. Bir de, ne demekse ‘millî’ sıfatı getiriliyor başına, asıl hedefin gizlenmesi için olsa gerek..
Bu bakanlığın, bir de ‘Ta’lim ve Terbiye Kurulu’ vardı.. Aynı isimle halen de var, galiba..
Ta’lim, kelimesinin ‘ilm’ kökünden geliyordu ve ‘ilim öğrenmek’ demekti..
*
Ortamektebde bir hocamız vardı..
‘Evlâdım, okumaktan maksad, ilim öğrenmektir.’ derdi..
Ama, ‘ilm’ nedir?
İnsanın kendisini ve kendi dışındaki dünyayı ve bu âlemleri Yaratan’ı bilme çabası..
Ve Yûnus’un 750 yıl öncelerdeki mısralarını coşkuyla okurdu..
‘İlim, ilim bilmektir,.
İlim, kendin bilmektir..
Sen kendini bilmezsen ,
Bu, nice okumaktır?’
Ve, hocamız devam ederdi:
‘Şimdi ise, maarif ve ta’lim yerine, eğmek fiilinden, eğip-bükmek deyiminden, eğitim türetildi..
Yani, Allah’ın sana hediye ettiği canı, bilgi ve derinlikli sezgi gücüyle donatmak yerine, eğip bükmek..
Cedlerimiz ‘tezkiye, ta’limden önce gelir..’ derlerdi..
Tezkiyenin ne olduğunu anlamazdık..
İzah ederdi: Tezkiye, tezkiye-i nefs..
Yani, nefsin temizlenmesi..
Zekât da aynı mânâdan gelir..
Yani, malın temizlenmesi..’
Ve eklerdi..
‘Evladım, tezkiye-i nefs olmazsa, kişinin kendi iç dünyasını temizlemesi gerçekleşmezse, tek başına bilgi, sadece işe yaramaz bir silah olmakla kalmaz, bir de insanlık için bir musîbet olur..
Bakınız, atomu parçaladılar, Atom Bombası’nı yaptılar.. Nükleer teknolojinin insana sunduğu o ilmi, insanlığın hayrına kullanmak mümkünken, önce insanlığı yok edecek atom bombası gibi bir silah yapmak sûretiyle, nasıl şeytanî emeller için kullandılar..
Zâten, inancımıza göre, başlangıçta melekler arasında en bilgini olan İblis de, tezkiye-i nefs eylemediği için isyan etmedi mi ve insanın doğru yoldan saptırılması için kullanılmıyor mu, ilmini, bilgisini..’
*
100 yıl öncelerde, Bengal diliyle hikmetli şiirler söylemiş olan Nazr’ul İslâm’ın, ‘Benim ormanımın ağacı, ya minber olur, ya darağacı..’ derken söylemek istediği de buydu..
Keza, Hind müslümanlarının seçkin şairlerinden bir diğeri, ‘İlahâbadî’ de, ’Biraz kafası çalışsaydı, fir’avunun.. Dev ordular hazırlayıp, büyük piramidler diktireceğine.. Mektebler açar, insan yetiştirirdi..’ demişti..
Mehmed Âkif de, aynı minval üzere,
‘Evet, bütün beşerin hakkıdır, beqâ emeli,
Lâkin, bunu ne taştan, ne de leşden beklemeli..’ diyerek, heykellerle, mumyalanmış cesedlerle geleceğe intikal etmeyi arzulamak yerine, insanı beqâ / sonsuzluk âlemine kavuşturacak olanın, hayırlı ameller/ işler olduğunu dile getirmişti.
*
Şimdi nasıl bir çağdayız?
Eskiden, daha 10 sene öncelere kadar, nicelerimiz bazı kimseleri anlatırken, ‘Yahu, bilgileri gazete başlıklardan ibaret bir dünyadan ibaret.’ denilirdi.
Şimdi ona bile gerek kalmadı..
‘Sosyal medya’ denilen ve hemen herkesin devamlı akıllı cep telefonuna gelen birer cümlelik sözleriyle anlatmaya başladıkları, hiç bir sınırlamanın yapılmadığı bir teknolojik, yüksek teknoloji ürünü, müthiş iletişim imkanları yüzünden, insanlar birbirleriyle konuşmayı bile unuttular, yollarda, otobüs, tren, uçak ve metrolarda, başları önlerine eğik, diğerlerini anlamak, dinlemek, gözlemlemek değil; hattâ yanı başında ayakta duran yaşlı veya çocuklu hanımlara bile yer vermeyi farkedemiyecek ve akledemiyecek kadar ve görse bile, bön-bön bakan cismanî olarak genç, rûhen pörsümüş insanlar.. Görüntüleri, ekonomik açıdan, belli bir üst sosyal katmanlara mensub olduklarını da haykırıyor.
Ama, içi, tam-takır, boş teneke..
*
Nice çevrelerde, bir yakınma var.. 13 yıldır iktidarda olan AK Parti’ye getiriyorlar lafı ve ‘Evet, ülkeyi ekonomik açıdan epeyce değiştirdi ve zenginleştirdi, hayat standardımızı yükseltti..
Ama, gençlik yetiştirmeye eğilmedi, eğilmiyor da..’ diyorlar..
İlk planda haklı gibi gözüküyorlar.
Ama, onlara diyorum ki, kardeşim, bu iş, sadece hükûmetlerin işi olmamalı..
Aksi halde, ‘homo sovyeticus’, ya da ‘homo kemalismus’ denilen tek tip ‘kurşun asker’ yetiştirmek gibi bir duruma düşmek tehlikesi vardır.. Bunun yerine, bizler kendimiz yeni nesilleri geliştirmeye çalışmalı, mektebler, vakıflar, dernekler, vs. sosyal yardımlaşma kuruluşlarıyla, insanları eğip bükmeden, onlara kendilerini ve yaşadıkları çağı öğretecek ve insanca yaşayabilecekleri bir dünyanın ufuklarına götürecek çalışmalara yönelmeliyiz.. Yani, hükûmetlere değil, milletin temel inanç değerlerine ve hayat görüşüne bağlı bir nesil yetiştirmeyi hedef alan çabalara ağırlık verilmelidir.
NOT: Merhûm İrfan Fethî Gemuhluoğlu için..
20-12 Kasım günlerinde, Türkiye Yazarlar Birliği– İstanbul Şubesi’nin, Sultanahmed- Divanyolu’ndaki merkezinde, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmiş ve hemen her sosyal çevre ile irtibatlar kurmuş ilginç simalardan ve pek çok insanın yetişmesine vesile olan merhûm İrfan Fethi Gemuhluoğlu‘nun vefatının 37. yıldönümü dolayısiyle, bir anma toplantısı,
yetişmelerinde merhûmun emeğinin geçtiği birçok akademisyenler başta olmak üzere, yoğun bir katılımla gerçekleştirildi..
20 Kasım günü, Eğitim Bakanı Nâbi Avcı da gelip konuşmuş, o gün bulunamadım.
İkinci gün, akşam üzeri, 3-4 saat kadar izleyebildim. Ve, Şeref Akbaba, Bekir Oğuz Başaran, Prof. Abdullah Uçman, Mahmûd Bıyıklı, Prof. Ahmed Turan Aslan, İsa Kayaalp, Muzaffer Doğan ve (merhûm Mustafa Miyasoğlu kardeşimizin refikası) Nilüfer Hanım vs. birçok isimleri dinlemek imkanı buldum.
Merhûm Fethî Bey ile yakın sohbeti olan birisi değildim. Ama, onun çalışmalarından merhûm Sedat Yenigün’den dinlerdim. iştim. Muhatabına, onda nasıl bir maden olduğunu anlamaya çalışan bir nüfuz edici bir bakış olduğu anlatılırdı.
Bu anma toplantısında, merhûm anlatılırken, kaçınılması gereken bazı abartmalar olmadı değil; ama, yarım asırlık bir ömrü bu kadar verimli tamamlamış bir irfan adamının çalışma uslûbuna bugün daha bir muhtaç olduğumuz gerçeği de ortaya çıkıyordu.
Allah rahmet eyleye..
*