Bizleri topraktan yaratan Rabbimiz, doğup büyüdüğümüz toprakları da bizlere sevdirmiştir. İşte insan buralara “vatanım” diye sahip çıkar. Birisi oraya saldıracak olursa canını dişine takarak onu korumaya çalışır ve hatta bu uğurda canını bile verir. Bütün bunlar Allah için olursa kişi meretebelerin en yükseklerinden biri olan “şehadet mertebesine” ulaşır. Buna o zaman cihat denir.

Şüphesiz ki cihat sadece bu değildir. Cihat, Allah’ın yüce ismini kâinata yaymak için; can, mal, söz, neşriyat ve diğer vasıtalarla çalışmak, gayret etmek, gerektiğinde harp etmektir. Burada geniş manasını görmekteyiz cihadın.

İnsanın inandığı şeyleri yaşaması için, namusuna, ailesine, çocuklarına ve hülâsa geleceğine sahip olması için kendisine vatan lâzımdır. Vatan olmazsa bütün bunlar olamaz. İnancını yaşayamaz. Camileri ve ezanları olmaz. Onun için “vatan sevgisi imandandır,” sözü doğru bir sözdür.

Bilindiği gibi Hak ile batıl, iman ile küfür, nûr ile zulmet, inananlar ile inanmayanların mücadelesi âlemin ve Adem’in (as) yaratılışından bu yana vardır. İnsanlık bulundukça da, yani kıyamete kadar da devam edecektir. Bu müminlere açık bir şekilde emredilmiştir:

“(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (8 Enfal 39.)

Şüphesiz ki fitnenin en büyüğü küfürdür. Mü’minlerin asıl vazifesi ise, insanların iman gibi en büyük zenginliğe kavuşmalarını sağlamaktır. İnanan insan kâfirin bile küfürden dönerek, imana ulaşmasını kuvvetle temenni eder, bunun için gayret eder. Bunun önüne geçmek isteyen bütün engelleri ortadan kaldırmaya ve insanlara İslâm’ı götürerek cihada bizzat iştirak eder. Zira kâfirlerle cihat farzdır:

“-Müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın.” (9 Tevbe 36.)

Tabii ki bu savaş için hazırlıklı olmak lâzımdır. Çünkü kâfir ve müşrikler daima fırsat kollayıp dururlar. Zayıf buldukları anda hemen mü’minlerin tepesine binerler. Gerek evvelki tarihlerde ve gerekse bugün aynı şey geçerlidir. İşte dünyamızda zayıf olan İslâm devletlerinin, ne yazık ve acıdır ki kâfir çizmeleri altında ezildiklerini görmekteyiz. Ama ecdadımız Osmanlı gibi kuvvetli İslâm devletlerine o hainler aynı şeyi yapamamışlardır.

CİHADIN BEŞ FARZI

O halde Müslüman bir devlet cihadın şu beş farzını hazır tutmalıdır:

1- Ordu; bütün araç ve gereçleriyle birlikte.

Bu hususta ayet-i kerime apaçıktır:

“-Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Çünkü onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (8 Enfal 60.)

Ayet-i kerimede geçen kuvvetten maksat; savaşta düşmana üstünlük sağlayacak her türlü kara, hava ve deniz kuvvetleriyle, ekonomik güç ve savaş bilgileridir.

2- Bu orduyu sevk ve idare etmeye uygun yetiştirilmiş komutanlar…

3- Disiplinli, imanlı, eğitimli ve cihat için gayretli mücahit askerler.

4- Müslüman halkın ve devletin bu gücü kurmak için harcaması gereken mal ve can fedakârlığı.

5- Her türlü hile ve tuzaklara karşı tedbir…

İşte bugün yine eskiden olduğu gibi hile ve tuzaklarla karşı karşıyayız. İç ve dış düşmanlar birlik olup sınırlarımızı tehdit ederken, biz nasıl yerimizde durabiliriz ki? Bunun için ya gafil ya da hain olmak gerekir.

Aslında bütün bunları yukarıdaki ayet-i kerime içermektedir. Başka bir ayet-i kerime ise şöyle:

“-( Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin. Eğer anlıyorsanız bu sizin için daha hayırlıdır.” (9 Tevbe 41.)

ŞEHADET MERTEBESİ

Şartlar ne olursa olsun, mü’minlere cihat farzdır ve hazırlıklı olmalıdır. Tabii ki farzları yerine getirmenin Allah katında mükâfatı da pek çoktur:

“-Allahu Teâlâ, cennet mukabilinde mü’minlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah cc) yolunda savaştılar. Harp meydanında şehit ve gazi oldular. Bu Allah’ın öyle bir va’didir ki, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da sabittir.” (9 Tevbe 111.)

Hangi mü’min canını ve malını, sonsuz lûtuf ve ihsan sahibi Rabbine satmak istemez ki! Peygamberlik makamından sonra en büyük makam olan şehitliğe ulaşan bir mü’mine ne mutlu! Onlar ölümsüzlüğe ulaştıkları için ve ölüm acısını tatmadıklarından Rablerinden; bir daha öldürülüp tekrar diriltilmeyi, tekrar öldürülüp, sonra diriltilerek yine öldürülmeyi isterler. Çünkü onlar ölüler değildirler:

“-Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler, lakin siz onu hissedemez, anlayamazsınız.” (2 Bakara 154.)

Allah’ın Rasûlü (sav) Efendimiz’e bir adam gelerek:

“-Hangi insan daha faziletlidir?” dedi. Efendimiz:

“-Allah yolunda can ve malı ile cihat eden mü’mindir,” buyurdu. (Buhari, cihad 2.)

Ebu Zer (ra) de dedi ki:

“-Ey Allah’ın Rasûlü, hangi iş daha faziletlidir, dedim. Peygamberimiz; “-Allah’a inanmak ve O’nun yolunda cihat etmektir,” buyurdu. (Müslim, iman 136.)

Cihat o kadar önemli ki, bakınız bu hususta ki bir hadis-i şerifte, cihat isteği ve gayreti olmayan mü’minin hakkında ne buyrulur:

“-Bir kimse gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, nifaktan bir bölüm üzere ölür.” (Müslim, imare 158.)

O halde hepimizde cihat, Allah için savaş ve dini yayma istek ve gayreti olmalıdır.

İşte bu apaçık hakikattendir ki; Allah’ın Rasûlü ve mübarek ashabı bu güzel dini, bin bir zorluklarla tebliğ etmişler ve canlarıyla, mallarıyla cihat ederek yaymışlardır. Yoksa bize kadar ulaşır mıydı? Hatta biliyoruz ki Allah’ın Rasülü’nü bu mübarek davadan vazgeçirmek için geldiklerinde, Kâinatın Efendisi, kendisine verilen nice dünyalıkları reddederek şu tarihi cevabı vermişlerdi:

“-Allah’a yemin ederim ki bu işi terk etmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar ben, yine bu davadan vazgeçmem. Allah Tealâ ya onu bütün cihana yayar, ya da bu yolda ölür giderim.” (İbn-i Hişam, es-Sire 1/266.)

O halde inanan insanlar olarak bizler de, mübarek dini hem güzelce yaşamalı, hem de etrafımıza ve gelecek nesillerimize ulaştırmak için bütün gücümüzle yaymaya çalışmalıyız. İyiliği emredip, kötülüğü yasaklamakla, İslâm’ı çoluk-çocuğumuzla iyi yaşamakla ve nesillerimizi sağlam bir imanla yetiştirmekle meşgul olmak şüphesiz ki cihadın en güzellerindendir. Zira cihat sadece harp meydanlarında yapılmaz.

Nefisle yaptığımız mücadele büyük bir cihattır. Çünkü o nefis ki bizi daima, her anda ve mekânda Hakk’dan saptırıp batıla daldırmaya çalışır. Dünyaya rağbeti sağlamaya gayret eder.

İnsanlara Allah’ın dinini anlatmamız yine bir cihattır. Bu da gerek vaz-u nasihatlerle, konferanslarla, sohbet programlarıyla olduğu gibi gerekse gazete, mecmua ve kitap gibi yazılı basınla, ayrıca çağımızın en tesirli aracı olan televizyonla da yapılır. Hatta savaş meydanlarında düşmanla karşılaşmadan önce yapılması gereken budur. Zira Müslüman kişiyi o cihada hazırlayan da bu gayretlerdir. Zamanımızda bu gayretlere çok ihtiyacımız vardır. Bugün elimize bir demet gül misali gelen, İslâm’a gönül vermiş yepyeni nesil de, böyle gayretlerin sonunda hâsıl olmuştur. Bunun tohumlarını atan ve nice fedakârlıklar yapan büyüklerimizden Allah razı olsun.

Cihadı güzelleştiren ve kıymetlendiren bir hakikat de, onun sonundaki şehitlik ya da gazilik mertebesidir. Dünyayı satıp âhireti alan mücahitler, bu güzel mertebeye ulaşmak için ölüme adeta meydan okurlar. Kendilerini ölümün kucağına atarlar. Zira onlar bilirler ki Rableri katında büyük ve akıl almaz dereceler kendilerini beklemektedir:

“-Âhiret hayatına mukabil dünya hayatını satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürür veya galip gelirse, Biz ona ilerde büyük bir mükâfat vereceğiz. “ (4 Nisa 74.)

Cenab-ı Hakk’ın bu büyük va’dine ulaşmak için canını harp meydanlarında cömertçe ortaya atan Allah’ın sadık kulları, inşallah bu büyük mükâfata ulaşmışlardır. Ölüm acısı tatmadan Rablerine kavuşan o güzel kullar, zaten doğru yola ulaştırılmışlardır. Ziri o kullar Allah’ın ismini yüceltir ve nesillere ulaştırırlar. Hem de canları pahasına:

“-Bizim yolumuzda mücahede ederler. (İsmimizi nesilden nesle iletirler.) Biz onlara elbette (doğru) yollarımızı gösteririz.” (29 Ankebut 69.)

SAVAŞTAN KAÇMAK           

Savaş gerektiği zaman ondan kaçmak yoktur. “İbadetinizi yapın, cihadı bırakın” demek ne büyük bir cehalettir. Bu kâfirliğin ya da münafıklığın apaçık delilidir. Allah Teâlâ bunu belirterek gazabını şöyle ortaya koymaktadır:

“-Kendilerine: Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin, denilenleri görmez misin? Onlara savaş farz kılınınca içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde korkuyorlar.” (4 Nisa 77.)

Bugün savaş ve cihat anılınca eğer korkuyorsak, bu imanımızın zayıflığını gösterir. Hatta Yahudi ve Hıristiyanların ortaya atarak inandırdıkları şu düşünceler ne kötüdür:

“-İşte namazımızı kılıyor, orucumuzu tutuyoruz. Hacca da gidebiliyoruz. Camiler de açık. Bundan iyisi mi olur? Neden uğraşıyorsun? İnsanları ve memleketi sen mi düzelteceksin? Neden kendini tehlikelere atıyorsun? Sanki anlatınca insanlar değişiyor mu? Ne gerek var?”

Evet, bu gibi sözlere inanmak mü’minleri helâk eder. Nasıl mı? Bakınız Allah’ın Rasûl’ünden öğrenelim bunu:

Allah’ın Rasûl’ü (sav) Efendimiz iyiliği emredip, kötülüğü men hakkında şöyle buyurmuşlardı ki, bu da cihadın bir bölümü hatta özüdür:

“-Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden yasaklarsınız yahut da Allah’ın, katından umumi bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvarıp yakarırsınız da, duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, fiten 9.)

Bu manâda Allahu Zü’l-Celâl de şöyle buyurur helâk olan kavimler için:

“-Onlar işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (5 Maide 79.)

Hakikat ne kadar açıktır. Cihat her devirde vardır. Yolu ve şekli değişik olabilir ama insanlara Hakk’ın yolunu anlatmak ya da kâfirlerle çeşitli şekillerde savaşmak her zaman gereklidir. Bunun için de Allah’tan gayrıdan korkmamak ve cihat ruhunu daima taşımak gerekir. Durgunluk, uyuşukluk ve nemelâzımcılık İslâm’ın ruhuna hiç de uygun değildir. Unutmayalım ki Rasûlullah, ashabı ve İslâm devletleri bu ruhla dini yaydılar. Ecdadımız Osmanlı da cihat ruhuyla Allah’ın ismini yükselttiği için Allah da onları yükseltti.

Şair Arif Nihat Asya ne güzel söyler:

Yürü halâ ne diye oyunda oynaştasın,

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Genç Kardeşim!

Övülen ecdadına lâyık olmak için, gönüller ve beldeler fethine, âlim ve mücahit olarak, bir elinde kalemin, diğer elinde kılıcınla daima hazır ol!

BİR GENÇLİK GELİYOR

Bir gençlik geliyor kalbinde, dilinde iman,

Bir gençlik geliyor göğsünde, elinde KUR’AN.

Gönüller dalga dalga coşar, îman gücüyle,

Berrak su misâlidir ruhlar, İslâm nûruyla.

Rehber ederler Kur’an’ı, hem hayat nizamı,

Nurdur gözlere, sürûrdur özlere anlamı.

Birlik olsa insanlık, yazamaz misâlini,

Derler; ‘Rabbim söyler sözlerin en güzelini.’

Âşıktır onlar Sevgililer Sevgilisine,

Kâinatın Efendisi Allah Rasulû’ne.

Haykırır aynı iman, aynı aşk, aynı kalpler:

Peygamberimdir insanlığa hakikî rehber!

Hayatın maksadı şudur; İslâm’ın tebliği,

Vazifelerin eşrefi, Rasûl’ün mesleği.

Kaynayan kanlar, coşan gönüller, o bülbüller,

Haykırarak hep; kurtuluş İslâm’dadır, derler.

Kula kulluk değil, Allah’a kulluktur gaye,

İslâm’dan büyük var mıdır insana sermaye.

Gönülden gelen aşk ile Mevlâ’yı anarlar,

Hizmeti ibadet bilip, mazlumu ararlar.

Ey sevgiyle yoğrulan insan, âlem sendedir,

Nice uhra kurbanının, ümîdi sanadır.

(1977; Şiirler/Sevgi Pınarı/Muzaffer Dereli)