Bazen isteseniz de savaşlardan kaçamazsınız. Bir şekilde sizi arar bulur. Kuşkusuz savaş yazıldığı kadar kolay, anlatıldığı kadar tatlı bir olgu değildir. İstisnai bir durumdur. Zira hayatları süpürür götürür. Gel gör ki, insanoğlunun barış için verdiği mücadele her defasında sonuçsuz kalıyor, bir şekilde akamete uğruyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana devletler, yıkıcı savaşların önüne geçmek adına, gizli diplomasiyi men eden bir yaklaşımı benimsemeye başladılar. Buradaki amaç, devletlerin aralarındaki gizli görüşmeleri engellemek ve böylece daha açık ve şeffaf bir diplomasiyle, barışın tesisine katkıda bulunmaktı. Kâğıt üzerinde verilen sözlerin, yazıya geçirilen tumturaklı ifadelerin, meydanlarda atılan nutukların zaman içerisinde sulandırıldığını, farklı anlamlara kaydırıldığını ve dolaylı yollardan yine savaşlara zemin hazırlandığını, tarihçiler titizlikle not ettiler.
Bir konferansında “tarihçi tarafsız olamaz” demişti rahmetli Halil İnalcık Hoca. Aslında sadece tarihçiler değil, toplumun diğer üyelerinin de tarafsız olamayacağını söylemek mümkündür. Nitekim herkes bulunduğu zaviyeden olayları değerlendirmeye çalışır. Ben de bugün kendi zaviyemden olaylara bir bakış denemesinde bulunup, bazı sorular sorarak takdiri kamuoyuna bırakacağım.
Birinci soru: ABD ve Avrupa ülkelerinin siyasetçileri, sivil toplum ve basın kuruluşları genelde Türkiye’nin taraf olduğu olaylarda, ne kadar “Osmanlı, İslam ve Türk” kimliğinden bağımsız hareket ederek karar vermişlerdir?
İkinci soru: Osmanlı’dan bugüne Türkiye’ye ne kadar gerçek bir müttefik gözüyle bakmışlardır?
Üçüncü soru: Türkiye’nin Asala ve PKK ile mücadelesinde, bu devletlerden hangisi Türkiye için ortak bir mücadele çağrısı yapmıştır?
Dördüncü soru: Fransa’nın, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini Ermeni meselesiyle kilitlemesine hangi Batılı devlet çıkıp da ciddi bir şekilde itiraz etmiştir?
Beşinci soru: Avrupa ülkeleri kendilerinin de terör örgütü olarak tanıdıkları örgütlerin, kendi ülkelerinde faaliyetler yürütmesine karşı, neden herhangi bir tedbir almamaktadır?
Altıncı soru: Savaşa hayır kampanyaları neden sadece Türkiye’nin taraf olduğu askeri harekâtlarda gündeme gelmektedir?
Yedinci soru: Türkiye’de yükselen milliyetçilik, AB ve ABD karşıtlığı, sadece ve sadece Erdoğan’a bağlanabilir mi? Erdoğan öncesi tüm bu ilişkiler süt liman mıydı?
Sekizinci soru: Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Afrin’e, Türkiye’ye karşı savaşmak için gelen gruplara neden kimse barış çağrısında bulunmuyor?
Dokuzuncu soru: ABD, Suriye’de neyi amaçlıyor? Akdeniz koridorunda ısrar etmesinin maksadı nedir?
Onuncu soru: NATO, AB ve BMGK neden Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve güvenliğinden yanayız açıklamasını yapmaktan ısrarla imtina ediyorlar.
On birinci soru: Batı dünyasının siyasi aktörleri, Türkiye’yi kendi çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe “onurlandırma” siyasetinden ne zaman vazgeçmeyi düşünüyorlar?
On ikinci soru: 1914’den beri Türkiye’nin kırılan, aşağılanan, alay edilen onurunu Batı dünyasının siyasi aktörleri ne zaman fark edecek ve Türkiye’yi komplekse sokma siyasetinden vaz geçecekler?
On üçüncü soru: NATO, AB ve BMGK gibi uluslararası örgütler ve bu örgütlere yön veren devletler, yerel, bölgesel ve küresel barışı, kendi menfaatleriyle takas etmekten vazgeçmedikçe “yumruk hukukunu” nasıl sonlandırabilirler?
On dördüncü soru: Ekonomik çıkara, faydaya, refah toplumuna ve hedonizme dayalı kapitalist sistemde, barışın alınıp satılan bir maldan ne farkı kalmıştır?
On beşinci soru: Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmediğini ve etmeyeceğini bildiğiniz halde neden işgal çığırtkanlığı yapıyorsunuz?
On altıncı soru: Barıştan kastınız nedir. Avrupa barışı mı, ABD barışı mı, Kapitalist barış mı, insani barış mı, ekonomik barış mı, politik barış mı, demokratik barış mı?
Sonuç olarak, eğer ortak bir noktada buluşulacaksa sorulmayan soruların da sorulması gerekmektedir. Bir taşla birçok kuş vurmak artık eskisi kadar kolay değildir.