Moğolistan günlükleri: Bozkırın çocukları-2

3 Eylül Çarşamba 2014

Bugün Kazak Türkleri’nin yaşadığı Altay Dağları’nın eteklerinde bulunan Bayan Ölgii’ye yolculuk var o nedenle sabah saat 4:30 kalktım. Moğolistan Havayolları’nın 06:05 uçağı ile Ulan Batur’dan Bayan Ölgii’ye gideceğiz. Saat 5:00 eşyalarımızı resepsiyona indirdik uyuyan görevlileri uyandırıp ücretimizi ödedik. Yaklaşık 25 günlük programa göre kıyafet almıştım ancak Çin’den de ufak tefek bir şeyler alınca ikinci küçük bir valiz daha alma ihtiyacı doğdu. Yaman pazarlıklar sonucu aldığım çanta için pazarlıkta uzman bir dostum “Acele edip kazıklandınız” diyerek moralimizi bozsa da bir şey almanın dayanılmaz hafifliğini yaşadım. Kazıklanmış olmakla kazıklanmamış olmak arasında bir küçük fark olsa da yenilgi duygusu insanı perişan ediyor.

ULAN BATUR’DAN BAYAN ÖLGİİ’YE

Pekin’den aldığım valize Bayan Ölgii bölgesinde kullanacağım kıyafetleri yerleştirdim. Büyük valizi ise emanete teslim ettim. Dağlarda fazla kıyafete gerek yok; arazi elbiseleri yani çok cepli pantolon ve yelekler çok işe yarıyor. Bineceğimiz uçak küçük ve 15 kilodan fazla yük almıyor. Moğol Havayolları yetkilileri bu konuda bizi uyardılar. Havaalanına rehberimiz Erke’nin bulduğu özel taksi ile gittik. Özel taksi diyorum çünkü Ulan Batur’da yeterince taksi yok bu nedenle özel araçlarda isterlerse taksi gibi çalışabiliyorlar.

Alana vardık uçuş için kayıt işlemlerimizi yaptırıp, bagajlarımızı verdik. Bagaj kuponlarını alırken aklıma geldi ve sordum: “Fotoğraf makinesi nerede? Ben hiç görmedim.” Ufak bir tereddütten sonra fotoğraf makinesinin olmadığını anladık, acaba takside mi yoksa otelde mi bıraktık diye bir sorgulamadan sonra otelde bıraktık kanaati daha ağır bastı. Erke ile Kamil bir taksi ayarlayarak otele döndüler. Fotoğraf makinesi aynı zamanda ikinci kameramız o açıdan önemli. Makineyi alıp Allah’tan uçağa yetiştiler. Erken saatlerin avantajı, gündüz saatleri olsaydı kesinlikle yetişmezdi. Fotoğraf makinemizden olurduk. Demek ki nasipten çıkmamış. Havaalanı sakin bu saatte sadece bir uçak var. Bir de pistte bir Rus uçağı bekliyor. Bugün Putin’in geleceği söylendi. Bir uçak önceden gelmiş. Yollarda polis fazla olunca Erke “Bu kadar olmazdı sanıyorum Putin için önceden güvenlik önlemi almışlar.” diyor.

Uçak iki kanatlı Finlandiya yapımı 50 kişilik. Pekin’den gelirken daha büyük uçakta yoğun türbülans yaşayınca bu küçük uçak kim bilir nasıl sarsılacak diye düşündüm. Uçak zamanında havalandı. Kalkışı çok rahat oldu, pistten ayrılışını hissetmedim. Uçak, Moğol veya Türk olduğunu ayırmakta zorlandığım çekik gözlü, yuvarlak tombul yüzlü insanlarla dolu. Yolculuğumuz 3 saat 20 dakika sürdü. Uçağın varlığını hissetmeden temposu düşük bir hızla yol aldık. Bütün Moğolistan coğrafyasını nerdeyse baştan başa ( 1 700 km) kat ettik. Aşağıda düzlükler arasında küçük küçük tepeler var. Yol güzergâhımızda çok yüksek dağ olmadığı gibi hemen hemen hiç ağaç da yok. Bir iki bölgede çok az sayıda ağaç topluğu gördüm. Bir kaç tane de göl üzerinden geçtik. Göller beyaz bir kâğıda konmuş mavi lekeler gibi duruyorlar. Yukarıdan aşağısı sanki bir çöl havasında, dağların üzerinde bile kum tabakaları var. Bayan Ölgii’ye varınca etrafta ne kadar yüksek zirveler olduğunu fark ettim. Bazı dağların tepelerinde sonbahar olmasına rağmen kar kümeleri duruyor. Bazı dağların zirvelerinden 12 ay kar eksik olmuyormuş.

BAYAN ÖLGİİ KAZAK TÜRKLERİ’NİN YURDU

Kalkışımız gibi inişimizde çok rahat oluyor. Yüksek dağların ortasında Altay Dağlarından doğup Karagöl’e dökülen Hovd Nehri’nin iki yakasında 1940 yılında kurulmuş Bayan Ölgii şehri. Burası Moğolistan’ın 21 eyaletinden birisinin adı ve aynı zamanda başkenti. Şehirde 35 000 kişi yaşıyor. Eyalet toplamında yaklaşık 100 000 kişi yaşıyor. Bunların yüzde 95 Kazak diğerleri ise Moğollar ve küçük azınlıklar.

Hovd Nehri kıvrılarak, durgun bir akıntıyla şehrin ortasından geçiyor adeta akmıyor. Baharda nehir taşar birçok yeri su basarmış. Burası aynı zamanda insanlar için yüzme mekânıymış ancak çok sayıda insan boğulduğundan dolayı nehrin adını “kanlı nehir” koymuşlar. Şehrin büyük çoğunluğu nehrin güney tarafında. Kuzeydeki evler tek katlı renkli çatılı ve bahçelerinde çadır var. Kazaklar yerleşik hayata geçse de çadırdan vazgeçmiyor. Şehirde bir dağınıklık söz konusu, yollar hariç çok düzen tertip yok. Anlaşılan Kazak Türklerinin 75 yıldır mesken tuttukları mekâna çokça ısındıkları söylenemez.

KOMÜNİZMDEN GERİYE KALANLAR

Komünizm döneminde merkezi planlamanın gereği parklar yapılmış, heykeller dikilmiş, bazı önemli binalar Sovyet mimarisine uygun şekilde inşa edilmiş. 1990’da demokrasiye geçen Moğolistan’da bir bocalama yaşandığı açık. Bu bocalama hala devam ediyor. Komünist dönemde yapılanların üzerine fazla bir şey konmamış. Şehrin ana meydanında komünizm döneminden kalma kızıl yıldızlı anıt nöbet tutmaya, eyalet binasının önünde Lenin heykeli varlığını sürdürmeye devam ediyor. Hatıranın korunduğunu düşünebilirsiniz ama görünen hava 24 yıl önce sona eren rejimin hatıralarının kimsenin umurunda olamadığı. Sovyet döneminin şehirlerini bir cümle ile tanımlamak gerekirse; görkemli bir hükümeti binası, albenili bir tiyatro opera binası, dikkat çeken bir tren istasyonundan ibarettir diyebiliriz.

Şehri farklı açılardan görmek için yüksek tepelere tırmanıyoruz. Zaten şehir yüksek tepeler arasında, Hovd Nehri’ni iki tarafına konuşlanmış. Muhtemelen nehrin açtığı vadinin yanları esen soğuk rüzgârlar nedeniyle kuma dönüşen kayaların oluşturduğu bir çöl ada konumunda. Önce nehrin kuzey tarafında yüksek kayalıklara çıkarak hem şehri hem de nehri temaşa ediyoruz. Nehir bir kaç parçalı, açık yeşil renginde akmıyormuş gibi durgun duruyor. Sorduğumda bu durumun yanıltıcı olduğunu aslında nehrin çok derin olduğunu ifade ettiler. Bir kayalıktan başka bir kum tepeye tırmanıyoruz. Aslında gördüğümüz manzara aynı ancak ilâda farklı açılardan bakmak gerekiyor ya daha doğrusu çekmek gerekiyor ya. Büyük ve tarihi metropollerde şehri farklı açılardan gördüğünüzde önünüze farklı açılardan değişik resimler çıkar ancak bu kasaba şehirde unsurlar aynı o yüzden açılar aynıymış gibi geliyor bana. Çıktığımız kum tepenin üzerinde taşların üst üste yığılmasıyla oluşmuş bir şekli olmayan her gelenin bir taş koymadıysa koniyi andıran bir anıt ortaya çıkmış. Rehberimiz Erke ve kardeşi Esenjol bunun şaman tapınağı olduğunu söylüyor. Taşların üzerine bir çubuk üzerine renkli çaputlar bağlanmış. Taş yığının kenarlarına çeşitli kaplar, paralar vb eşyalar atılmış. Aklıma bizim türbelere ve bazı köylerde yüksek tepelerde yatır tabir edilen yerlerde bazen bir ağacın altında bir mezar gibi taş kümelerinin oluşturduğu, bazen bir türbe inşa edildiği yerler geliyor. Anadolu’nun birçok yöresinde bulunan bu yerlere çaputlar bağlanır, dilekler dilenir.

Tepeden inerken yolun kenarında minareli bir cami, yanında bir okul ve hastanenin de bulunduğu binalar kompleksi Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhi Şeyh Zaid adına yaptırılmış. Esenjol dayısının büyükelçi olması dolayısıyla bu binaları bağış olarak yaptırıldığını söyledi. Buranın inşaatı ise Esenjol’un mühendis olan annesi tarafından yaptırılmış. Bu külliye şehre 10 km uzakta inşa edilmiş.

ALTAY SIRA DAĞLARI’NIN ETEKLERİNDE

Bayan Ölgii şehrini daha farklı bir açıdan daha görelim diye bu defa daha yüksek bir noktaya tırmanıyoruz. Burası şehrin güneyinde bulunan Altay Sıra Dağları’nın bir parçası olan Geyikli Dağ. Şehirden dağa arabayla tırmanış yaklaşık bir yarım saat sürüyor. Yol boyunca at sürüleriyle karşılaşıyoruz. Onlarca at kendi başlarına bu tepelerde otlanıyorlar. Esenjol’a soruyorum: “Bu atların çobanı nerede ?” Esenjol: “Bu atların çobanı olmaz, kendi başlarını otlarlar, gece gündüz bu mıntıkada dolaşırlar. At sürüsünün önünde duran aygırı görüyor musun sürünün lideri odur. Sevk idareyi o yapar. Geride kalanları toparlar ve sürüye yön ve istikamet verir. Sürü sahibi ara sıra gelerek kontrol yapar.” Enteresan bir durum bizim Tortum yaylalarında her sürünün bir çobanı olur. Çoban sabah sürüyü çıkarır akşam toplar eve yani ağıla veya ahıra getirir. Anlayacağınız burada hayvancık adına sürprizler çok.

Göğe doğru kıvrılarak tırmanışımız devam ediyor. Tırmanıyoruz derken yanlış anlamayın arabayla yumuşak arazide ilerliyoruz. Bu defa şehre kuş bakışı bakıyoruz. Arkadaşlar 1000 metre kadar yükseldiğimizi ifade ediyorlar. Bu tepede rüzgâr şiddetli esiyor. Sağlıklı çekim yapabilmek için kameraya siperlik oluyoruz. Yukarıdan şehir daha güzel görünüyor. Etrafta bulunan dağ silsilesi birbirini takip ediyoruz. Esen rüzgârın etkisiyle, uçsuz bucaksız vadilerin derinliğinde kendimizi başka bir âlemde hissediyoruz.

Çekimler bitiyor, hava kararıyor, artık yemek vakti. Daha önceden internetten gördüğüm Ulan Batur’da konuştuğumuz insanlar “Ölgii de Pamukkale Lokantası’na gidersiniz. Oranın sahibi Abdullah Bey var, o size yardımcı olur.” dedi. Meydanın batı tarafında sağ caddeye girdiğiniz zaman uzaktan Pamukkale tabelası bizi karşıladı. Önünde ağaçlı bir bahçenin bulunduğu ahşaptan yapılmış bir giriş, sonra ikinci bir salon daha bulunuyor. İçeri de birkaç müşteri var, güler yüzlü bir kaç bayan hoş geldiniz diyor. Bir masaya oturup yemek listesine bakıyoruz. Genelde Türk yemekleri arada bir bilmediğimiz yemekler var onlar da Kazak ve Moğol yemekleri.

Yemeğe çorbayla başlamak istiyorum. Bir erişte çorbası alıyorum. Ana yemek olarak bu et diyarında pirzolayı tercih ediyorum. Her şey Türkiye’deki kadar lezzetli hatta bana daha lezzetli geliyor. Gurbette bulduğumuz Türk lezzetine gurbet farkını ve lezzetini de ekliyoruz. Yemek yerken 35-40 yaşlarında orta boylu ve atkuyruğu saçlı sempatik, mütevazı bir adam masamıza yaklaşıyor. Selam veriyor, Abdullah Bey’dir diye içimden geçiriyorum. Yanılmıyorum “Ben Abdullah” diyor. Masamıza davet ediyorum. Sonra bir tanışma faslı oluyor hal ve hatırlar soruluyor. Bölge ile ilgili tavsiyelerini alıyoruz. Çevreye dair detaylı bilgiler veriyor. Gelenlere yardımcı olduğu için bu konuda tecrübeli olduğu belli yollar güzergâhlar hakkında detaylı bilgiler veriyor…