Coğrafyanın geleneğinin ve kültürünün esinlendiği adres çoğunlukla İslam’dır. Anadolu Türkmen, Tatar, Özbek, Malay, Mağrip, Tacik, Kürt, Çeçen, Çerkes, Dağıstanlı, Laz vb. örf ve âdeti olduğu düşünülen birçok tatbik ve davranışın, İslam’dan ve özellikle sünnetten kaynaklanan ve zamanla örf ve âdete dönüşmüş değerler olarak toplumun kimyasına işlemiş olduğunu bilmek gerekiyor.
Modernleşme (modernizm) ve gelenek karşılaşmasının doğru analizi yapılamazsa geçtiğimiz iki yüzyıl da doğru anlaşılamayacaktır. Bunun için de önce kendisini ve coğrafyasını tanıyıp anlayabilen ufku açık insanların yetişmesi gerekir. Çünkü coğrafyanın ve mevcut politikaların analizini yapabilmek, toplumu kültürel olarak tanımak veya tanımamak ile doğrudan ilişkili.
İlk ve orta öğretimde, dil, tarih, coğrafya şuuru ile birlikte, içinde yaşadığımız toplumun kültürüne dair unsurlar ve değerler hakkıyla öğretmede ne kadar başarısızsanız bugünün olaylarını sağlıklı şekilde anlamak ve anlatmakta başarınız da o derede azalacaktır.
Gelenek bir yönüyle milli kültürün anlaşılmasını da gerekli kılar. Para birimi, cirit, çerçi, çeyiz çıkarma vb. gibi bana tuhaf gelen örnekler, bugün ilkokul dördüncü sınıf kitaplarında milli kültürün unsurları olarak anlatılıyor. Kültürü bu tür birkaç sembolik yansımaya indirgemek, onun tam olarak anlaşılamadığının da bir işaretidir.
Diğer yandan geleneğin en önemli tarafını oluşturan milli kültür, bir ırk meselesi de değildir. Coğrafyanın geleneğinin ve kültürünün esinlendiği adres çoğunlukla İslam’dır. Anadolu Türkmen, Tatar, Özbek, Malay, Mağrip, Tacik, Kürt, Çeçen, Çerkes, Dağıstanlı, Laz vb. örf ve âdeti olduğu düşünülen birçok tatbik ve davranışın, İslam’dan ve özellikle sünnetten kaynaklanan ve zamanla örf ve âdete dönüşmüş değerler olarak toplumun kimyasına işlemiş olduğunu bilmek gerekiyor.
Paylaşma ve misafire ikram etme, misafiri evinde ağırlama, ona yer gösterme, giderken uğurlama, yaşlılara hürmet etme gibi uygulama ve davranışlar, bütün alt kültürlerin doğrudan kendisine ait olduğunu zannettiği ortak değerlerden. Çoğunu kaynağı, Hz. Peygamberin sünnetinde yer alan bu tatbik ve adetlerin bütün alt kültürler, doğrudan kendisine ait olduğunu zannederler. Bu anlamda adet, adat, örf, urf, habze, anane, görenek vb. her ne adla adlandırılırsa adlandırılsın, bunların üst bir adresin ve kimliğin farklılaşarak çeşitlenen varyantları olduğunu söylemeliyiz.
Bir Boşnak ve Hırvat, neredeyse aynı dili konuşsalar da, etnik açıdan benzeseler de mutfakları ve hayat tarzları farklıdır. Anadolu Türkü ile Hristiyan Gagavuz Türkü’nün mutfağı normal olarak birbirinden farklıdır. Yaygın olarak Türkmen, Tacik, Özbek, Çerkes, Tatar, Kürt veya Arnavut ailesinin sofrasında ne domuz etini, ne de şarap görebilirsiniz. Hâlbuki etnik olarak Türki olan Çuvaş, Kreşin, Gagavuz veya Tuvalı’nın mutfak kültüründe bunlar olmazsa olmazlardan. Bu anlamda, dinlerindeki ortaklık, onları mutfak kültürü üzerinden kültürel olarak bir Türk’ten daha fazla Rus’a yakın kılabiliyor. Bu örnekten hareketle, kültürün önemli parçalarından olan mutfak kültürünün ve damak zevkinin asırlar içinde gelişmesinin, kültürün temel belirleyicilerinden olan din faktörü ile ilgili olduğunu hatırlatmış olalım.
Müslüman halkların modernleşme süreçlerinde en büyük zorluk teknolojik gelişme ve ilk kez karşılaşılan ürünler ile sosyal hayattaki değişim karşısında yaşanmıştır.
Bu tür karşılaşmalarda, nadiren isabetli çözüm arayışları ve çıkışlar ortaya konulmuştur. Mesela, ülkemizde Osmanlı dönemi modernleşme hareketlerine göre çok daha az bilinen önemli bir tecrübeyi burada ismen de olsa zikretmek gerekir. 1552’den itibaren Kazan Tatarlarının ve 1750’lerden itibaren Kırım Tatarları’nın Rus hâkimiyeti altında yaşamak zorunda kalması, onları Ruslarla yanyana ama kendilerini ve nesillerini İslam’dan vazgeçmeyerek yaşayabilecekleri ve toplumun dağılıp çözülmesini engelleyecek arayışlara itmiştir. Önemli bir çözüm arayışı olarak “Ceditçilik” veya “usul-i cedit” adıyla ortaya koydukları yenileştirme hareketleri, modern devletlerle karşılaşan diğer Müslüman topluluklarca ya hiç duyulmamış veya buna hak ettiği değer verilmemiştir. Bu konuyu ayrı bir köşe yazısına bırakalım.
Gelenek ve modern karşılaşmasında mutlak bir gelenekçilik hayatın akışına terstir. Diğer yandan, modern olan her şeyin doğru olduğunu kabul ve mutlak teslimiyet ise gönüllü kölelikten başka bir şey değildir. Modernleşirken ferdin kendi hayatının ileriki dönemlerinde veya toplumun gelecekte istediği anda geleneği diriltebileceği şeklindeki bir varsayım yanıltıcıdır. Herhangi bir konuda “gelenek” yıkıldığında ihyası veya ikamesi için en az bir yüzyıl gerekir.
Türkiye’de düşünen beyinlerin iş işten geçmeden sürekli küçümsenen gelenek örf-adet, görenek milli değerler, milli kültür ve İslam ahlakı gibi temel noktaları yeniden gündeme getirmeleri gerekir. Ne var ki bu konu ne kimseye siyasi bir konum ne de para kazandıracağı için ne de çok keyifli cazip ve afili sözlerle anlatılacak bir konu olmadığından ilk planda ses getiremeyebilir. Ama Türkiye’nin münevverlerinin boynunun borcu olarak orta yerde durmaktadır…