Geçtiğimiz gün bir gruptaki tartışmaya katkı vermeye çalıştığım bir sırada, yüzleştiğimiz bir felaketler zincirine çözüm ararken nasıl başka bir felaketin kucağını düştüğümüzü yeniden anladım. 1990’ların sonunda öğrencilerimle birlikte çıkarttığım ve 22 sayı devam eden Kurşunkalem dergisinde, gençlerin entelektüel gelişmelerini sağlamak üzere, tartışmaları modernizm-postmodernizm ve gelenek üçlemi üzerine başlatmıştım.
Modernizm geleneğe savaş açarak ilerlemeye başlamış ve teknoloji gerekçesini kullanarak kendine haklı bir yerleşme zemini oluşturmuştu. Bizde de geleneğe sadece modernistler değil, dini muhitler de mahiyetinin ne olup ne olmadığını, niteliğini ve sonuçlarını bilerek veya bilmeyerek gadredenler olmuştu.
Modernizm, ister Alman, ister Fransız, isterse İngiliz veya Amerikan modeliyle olsun, kolonileştirdiği her yerde, binlerce yıldır var olagelen geleneğe ve onun temsilcileri olarak gördüğü devlet adamlarına; toplumun kanaat önderlerine; halkın sevip hürmet ettiği din adamlarına; önde gelen ticaret adamlarına ve eşrafa töhmet yükleyerek onları itibarsızlaştırmaya ve kendi alternatifi olan modernizmi yerleştirmeye çalışmıştı. Bir yandan gelenekçi yerli halkı vahşi/barbar veya cahil olarak adlandırıyor, fırsatını bulduğunda da Kur’anı alet ederek “gelenek” kavramını “atalar dini” ifadesiyle kasten karıştırarak itibarsızlaştırıyordu. Hâlbuki örf (ma’ruf) ve âdetin içinde yer aldığı “gelenek” yok edilirken hem İslam’a, hem yerleşik milli kültüre hem de alt kültürlere ait aidiyetler yok edilmekteydi.
Bu söylediklerimin sağlamasını almak isterseniz, Mısır, Fas, Cezayir, Ürdün ve kolonyal dönemin Afrika ülkelerindeki modernleş(tir)me girişimlerine ve hatta Çin ve Japon modernleşmelerine bakmak gerekir. Kuşkusuz, modernleşme bizatihi kötü değildir ve yönetimde yeni modellerin oluşturulması ve yeni teknolojinin getirilmesi ile birlikte birbirine karıştırılarak sunulduğundan, kendisine dayanılamaz ve direnilemez bir felsefeyi ithal değerleriyle birlikte taşımıştır.
Modernleşme ile yüzleşen toplumların üç tercihi olmuştur. Ona karşı tam bir teslimiyetle kendini ucu açık ve sınırsız bir dönüşümün kucağına bırakmak veya ikinci bir tarz da tamamen reddiyeci bir tavırla karşı çıkmaktır. Üçüncü yol ise yeni ve eski kültürün birleştirilmesiyle bir senteze ulaşmak. Herhalde Türkiye modernleşme tarihinde bu üçüncü yol geçerli olmuştur ve bu sentezlemenin sancıları da bugüne kadar uzanmıştır.
Peyami Safa’nın iki dünyayı karşılaştırdığı “Fatih-Harbiye”si bu ikilemin ve farklılığın bir resmiydi. Yüzleşmenin en hızlı yaşandığı 1870-1930 arasındaki 60 yıllık dönem, modernizm felsefesinin ithal edilmesinden çok sonuç odaklı bir sosyal dönüşüm projesi olmuştu. Bu dönemlerin toplumun önünü açan uygulamaları kadar, onu kendisini komplekse düşürerek bir bunalıma sürüklediği de vakidir.
Fatih Harbiye ikileminin nasıl da yaşadığını görmek isterseniz, bugünün muhafazakâr semtleriyle mesela bir Fatih veya Başakşehir ile Osmanlı döneminden bu yana gayrimüslimler ve Levantenler üzerinden model oluşturan Beyoğlu (Pera), Cihangir ve hatta Nişantaşı, karşılaştırıldığında giyimden, çocuklarının adlarına, eğlence mekânlarından restoranların tarzına ve oradan siyasi tercihlerine kadar görülen farklılıklara bakılabilir . Bunu zihnen ve kültür olarak bölünmüş bir Türkiye olarak adlandırmak doğru olmasa da bunu tamamen göz ardı etmek de doğru değildir.
Modernleşme karşısında gelenek var idi ve gelenek bizim kısmen örf ve adet ve anane ve görenekler olarak bildiğimiz kavramları da içinde tutmaktaydı. Toplumda geleneğe ait en son kırıntılar olarak en güçlü taşıyıcı unsurlardan olan evlilik merasimlerindeki ritüellere indirgenmiş bir gelenek anlayışını veya köylerde devam edegelen bazı basit formları gerçek manasıyla “gelenek” olarak anlamak gerçeği tam olarak bize yansıtmaz.
Gelenek, devlet geleneği, bilim geleneği, mimarinin geleneği, sanatın geleneği, sosyal hayattaki görgü kurallarını kapsayan çok geniş ve üst bir anlamı içerir.
(Devam edeceğiz)