Amerikalı sosyal bilimci Carlton J. H. Hayes tarafından kaleme alınan ve milliyetçiliği bir din olarak tanımlayan “Nationalism: A Religion” adlı eser ilk baskısını, II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinin henüz silinmeye başlandığı 1960 yılında yapmıştı. I. Cihan Harbi’nden itibaren entellektüel dünyanın ilgi odağı haline gelen milliyetçilik olgusu, dünyanın süper güçlerinin karşı karşıya geldiği İkinci Dünya Savaşının da belirleyici motivasyonları arasındadır.

XIX. yüzyıldan itibaren kıta Avrupa’sında ve peşinden profesyonel pazarlama taktikleriyle sunulan Osmanlı coğrafyasında söylemsel ve eylemsel etkisini artıran milliyetçilik, bugün karşımıza daha küresel, yeni ve suratsız bir suretle çıkmaktadır. Gelinen noktada Avrupa özelinde teritoryal milliyetçilikten bahsetmek mümkündür. Europa adı verilen medeniyet havzası, farklı ırklardan teşekkül etmesine rağmen “Avrupa milliyetçiliği” şeklinde tesmiye edilebilecek daha muğlak ancak muğlak olduğu kadar da mutlak bir milli savunma refleksi geliştirmiştir. Bugün Avrupa’da yükselmekte olan ırkçı söylemin, dünyaya neler hediye(!) edeceğini görmek için müneccimliğe gerek kalmamıştır.

II. Cihan Harbi’nde, seksen milyon civarında insanın hayatını kaybettiği yazılır. Savaşın fitilini ateşleyen Hitler için sebep, ne iddia edildiği gibi Yahudileri Hz. İsa’nın katlinden sorumlu tutmak gibi dinidir ne de Yahudilerin yaşadıkları ülkelerin varsıllığını bir şekilde ele geçirmesinden mütevellit iktisadidir. Asıl neden tümüyle Alman ırkının arî/üstün ırk olduğuna dair histerik sapkınlıktır. Bu mantaliteye göre Yahudi aşağılık ve değersiz bir varlık şeklinde telakki edilir. Dönemin hakim ideolojisi Darvinizmin lojistik ve felsefi desteğiyle yol alan Hitler, tabii seleksiyon ilkesine yaslanır. Buna göre üstün ve güçlü olanın ayakta ve hayatta kalması bir hak iken zayıf olanın ifna edilmesi bir gerekliliktir.

Kendi tarihlerinin bidayetinden bu yana seçilmiş kavim olduklarına inanan Yahudiler’in, üstün ırk olduğuna inanan bir ulus tarafından aşağılanarak gadre uğraması; tarihin cilvesinden çok, Allah Teala’nın hikmete mebni adaletiyle izah edilebilir. Onların dünyasında bir Yahve ile ahitleşerek kutsanan Museviler vardır, bir de “gentile”ler yani Yahudi olmayanlar. Yahudiliği, Babil sürgününden sonra ırkî bir din haline getirerek millileştirenlerin, yine ırkçı bir kafa tarafından sürgüne ve kıyıma tabi tutulması da ayrıca dikkat çekicidir. Allah’ın dinini kendilerine inhisar ederek ırkçılığın fikir babalığı unvanına sahip bir geleneğin temsilcilerinin, kendi ındî/kibrî silahlarının bumerang etkisine maruz kalması kaderin cilvesinden fazlasını imlemektedir. (Tam burada Dead can Dance’in vokalisti Lisa Gerard’ın Redemption’ı kulakları çınlatır.)

Almanlar 1940’da Fransa’yı işgal ettiklerinde karşılarına çıkanlara sordukları üç sorunun yanıtına göre muamele etmişlerdi. Bunlar; Yahudi misin, mason musun, eşcinsel misin? Bu soruların öznelerinin dünyayı getirdikleri noktayı görünce sorulara nesne kılınan meselelerin ehemmiyetinin, anlamın merkezine olan yolculuğu kısalıyor.

II. Dünya savaşından sonra teo-politik akılla yeniden inşa ve dizayn edilen modern dünya düzeni, geleneksel kolonyalizmin kapitalizm üzerinden küreselleşerek yeni bir evreye geçmesine tanıklık etmiştir. Öte yandan aynı zihniyetin daha sofistike formu olan çağdaş global Batı/Yahudi medeniyetinin egemenlik sağladığı alan, elan yeryüzü sınırlarını aşmıştır. Bugün küresel diktatörlüğün gönüllü köleleri haline getirilen insanlık, ezberlenen ideolojilere fiilen yataklık, fikren sunaklık etmektedir. Bu sözde özgürlük, özde kölelik adına fıtratına dair her şeyden vazgeçmeyi göze alan “beri”nin insanına; kutsala dönüş çağrısı “öte”lerin hadimlerince sürmektedir.

Baki selam…