Türkiye, bir yandan büyük bir felaketin tam ortasından geçerken diğer yandan bir silkinme ile birlikte yeni bir dirilişi yaşıyor. Bir yandan, ayrılıkçı terör örgütüyle 40 yıldır mücadele ederken diğer yandan ülke içerisinde onlarca yıl boyunca örgütlenen ve başka ülkelerin çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarından önde tutan dış kaynaklı derin bir paralel terör yapılanmasıyla boğuşuyor; boğuştukça da “şerbetleniyor”, güçleniyor… Yüzleştiğimiz her problem gerek ferdi hayatımızda gerekse toplum yaşamında bizlere yeni bir şeyler öğretmiyor ve yaşananlardan dersler çıkarılamıyorsa aynı durumların tekrarı kaçınılmaz oluyor.
Aslında, her bir ferdî veya sosyal problem, insan ve toplumun ‘genetik hafızası’nın oluşumuna bu anlamda bir tuğla koymuş oluyor. Son kırk yılımızı ipotek altına alan bu iki büyük problemden birisi ‘alenî bir düşmanlık’oluşturuken; diğer yaklaşan tehlike görülmemiş veya görülmek istenmemişti. FETO meselesi de tek başına, bir ihanet, bir ‘cemaat’in siyasete karışması, eğitimden ‘darbe’ye giden sosyolojik çarpılma vakası olarak okunmamali, onu ve arkasıyla tahlil edilmelidir. Bu travmatik olay, göz göre göre kapıya dayanan ve siyasi yönünden çok, islamî, ahlakî ve sosyolojik boyutları olan büyük bir yıkım senaryosu hazırlığıydı.
Mensuplarının (hatta siyasilerimizin bile) çok az bir kısmının 17/25 ile; bir kısmının ancak darbe girişimiyle anlayabildiği; diğer bir kısmının ise hala anlamamakta direndiğini, aslında içindekilerin bile büyük resmi tam olarak hiç bir zaman okuyamadığı (buna da ihtiyaç görmedikleri) mutlak teslimiyetçi bir yapılanma görüyoruz. Dışarıdan bakınca homojen görünen yapı, kesinlikle heterojen ve “ibadet-ticaret-ihanet” üçlemesiyle doğru şekilde tanımlanan katmanlı bir yapıyla karşı kalınmıştı. Vitrinde başarılı ve güleryüzlü insanların eğitim ve ahlak üzerine kurgulanan pozitif sahnesi varken sahne arkasında Devlet bürokrasisinin en ücra ve mahrem alanlarına kadar her yolu ve yöntemi kulanarak sızan hayalet bir yapı örgütlenmeye devam ediyordu. Bir yandan işin başlangıcında safiyane niyetlerle hizmet ettiğini düşünenler, diğer yandan onların sırtları üzerinden kendi çıkarları adına orada bulunanlar ve en üst katmanda belki de işin başından beridir dış güçlerin masası olmaya teşne üst tabaka… Türkiye bu tür bir yapılanmayla ilk defa karşı karşıya gelmişti.
Bu yapıyla ilgili öteden beridir şüphelerim olsa da ilk kanaatlerimi 1997 yılı Şubat`ında dostlarımla, öğrencilerimle ve yakın çevremle paylaşmaya yüksek sesle başlamıştım. Başörtüsü fetvasından, bilmeden uyguladıkları takiyye/tedbir inançlarına ve Şiilerin ‘imam masum’ (başımızdaki kişi hayatı boyunca hata yapmaz) anlayışlarına kadar usulleriyle ilgili ciddi itirazlar geliştirerek bu insanları caydırabileceğimi;onları uyarmanın insan olarak boynumuzun borcu olduğunu düşünüyordum.Sonuçta, onların uyardıkları gibi “sonuçlarına da katlanmak” ve bulunduğum şehirde ailemle birlikte “tecrit” yaşamak zorunda kaldım. O zamanlar, bu işlerin istihbarî boyutlarının olduğunu oranın alt seviyedeki mensupları bile tahminimce bilmiyorlardı. Dostane ve samimi bütün uyarıları ya grup psikolojisi icinde hakaret olarak algılamaya ya düşmanlık olarak görmeye ve göstermeye çalıştıklarına şahidim. O günde bu günkü gibi, hayatları boyunca hararetle savunduklarından vazgeçmenin veya onlarca yıllarını adadıkları bir yapının baştan sona hata üzerine kurulu olduğunu kabul etmenin, kişinin kendi varlığının inkârı anlamına geliyordu ve psikolojik olarak kabul edilmesi güç bir durumdu.
Hâlbukiasıl mesele, birebir bakıldığında çoğu muhafazakâr veya milliyetçi ailelerden gelen iyi niyetli, ahlaklı ve dürüst görünen bu insanların uzun vadede kendilerini, çocuklarını ve bütün bir milletin geleceğini ilgilendiren bir tehlikenin içinde olmalarıydı. Daha beteri, kesin inandıkları bu oluşum, göremedikleri boyutlara sahip bir derin bir operasyonun sadece bir ayağıydı. Sonraki yıllarda, bütün Türkiye`de iç ve dış destekle nasıl da hızla örgütlenip heryere hâkim olduklarını; hâkim oldukları yerlerde başkalarına nasıl da hayat hakkı tanımadıklarını yakinen gördük. Üniversiteler, yargı ve polis teşkilatı bunun tipik örnekleriyle doludur.
Burada, asıl mesele, bundan sonrası için din adına, dini enstrümanlarla ortaya çıkması muhtemel benzer yeni yapılar üzerinde tekrar aynı hatalara düşülmemesidir. Yoksa, küfür ve hakaret etmek, aşağılamak gelecek adına anlamlı bir çözüm oluşturmaya kifayet etmiyor. Bunun için bu yapının üst aklının, işin başından beri olayları değerlendiremeyecek durumdaki `itaatkâr ve saf` tabanına, hangi yöntemlerle yaklaşıp ikna ettiğini; ortalama bir insanın bile rahatlıkla anlayabileceği akıldışı ve bazen dindışı uygulamaları bu insanların göremedilerini veya menfaat, beklenti, dünyalık/ahiretlik ikna araçları adına görmek istemediklerini, FETÖ mensuplarının da örgütün büyümesi sırasında hangi ahlak ve dindisi araç ve argümanları kullandıklarını psikolojik, sosyolojik, teolojik, hukuki ve politik yönleriyle anlamak gerekiyor. Bunun için, meselenin herşeyden önce itikadî boyutunun olduğu; her nedense açık itikadi sapmalara rağmen ilahiyatçıların sustuğu ve hatta bazılarının örgüte katıldığı ve destek olduğu; ciddiyetle kafa yorulması gerekiyor.
İzleyen yazılarda, yaşanan bütün bu travmatik gerçeğin bugünkü yapısına hangi enstrüman ve usullerle ulaştığından başlayarak örgütün itikadi, ahlaki, sosyal, ekonomik, hukuki, politolojik (siyaset bilimsel) yönlerine temel referans ve ilkeler üzerinden değerlendirerek devam edeceğiz…