Neredeyse dünyanın hiçbir yerinde yalanın gerçeği işaret ya da temsil edemeyeceğini kabul etmeyecek insan yoktur…
Yalan, bu hakikatine rağmen ve “gerçeği” işaret edemese de kendisi maalesef bir “gerçek” ve her geçen gün de, “kendine ait gerçek”liği artırarak güç kazanıyor…
Bu, şuna da işaret ediyor: Yalan söylemek ve özellikle de siyaset alanında yalan söylemek gittikçe “normal” bir hale geliyor…
Yalanın gerçeğe dair bir faydası olmadığına göre, ona başvuranların gerekçelerini çok iyi analiz etmek gerekir…
Öyle ya, hiçbir değer tanımadan yalana başvurmanın, yalancılar açısından temsil ettiği cazibeyi iyi tahlil edemezsek, yalanla mücadele etme konusunda gerekeni gerektiği gibi yerine getiremeyiz…
Peki, yalancıların, yalandan muradı nedir?
Bu “normalleşen yalan” toplumlara ve elbette onları meydana getiren insanlara nasıl zararlar veriyor?
Birey ve toplum birlikte düşünüldüğünde etki karşılıklıdır kuşkusuz; nasıl ki birey toplumun içindeyse aynı şekilde toplum da bireyin içindedir…
Yani toplum bireyi dönüştürürken birey de toplumu dönüştürüyor…
Bu zaviyeden bakıldığında yalan, “uğruna mücadele edilecek zeminler”i aşındırmakta ve gerçeğin, “hakikatin kurulma süreçleri”ni gittikçe muğlaklaştırmaktadır…
Hayes; “Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma” ismini taşıyan çalışmasıyla bize nasıl bir “gerçeklik krizi” ile karşı karşıya olduğumuzun bir panoramasını çiziyor adeta…
“Kurmaca ile kurmaca olmayan arasındaki sınırlar gitgide bulanıklaşmaktadır” sözüyle de nasıl bir “senaryo çağı”nda olduğumuza işaret ediyor; Hayes…
Hâlâ gerçeğe sadık olanların çabalarıyla tutunduğumuz umutların değerini inkâr etmeden ama diğer tarafın kendi gerçeğini de “alaca karanlığa” terk etmeden ilerlemek zorundayız bu tozlu-dumanlı yolda…
Son yıllarda yaşadığımız “yalan stratejisi” üzerine kurulu siyasetin ya da güya “cemaat”lerin din, siyaset, ekonomi, sanat gibi alanlarda yaptığı tahribatın, bizi sürüklediği türbülans -tabi yenilerine fırsat verilmeden- acaba kaç yılımızı heba etmiştir ve tekrar yerli yerine oturtulması ne kadar zamana ihtiyaç duyar; tam bir hesapla bilenimiz var mı?
“Gerçeği kontrol edemeyenlerin sığınağı”, kontrol edilebilir bir yalancılık olmuştur maalesef…
Zira yalanda sınır yoktur; ne kadar azalıp çoğalacağı tamamen yalancının insafıyla ilgilidir…
Bu süreçte en tehlikeli yalanlar, hiçbir arlanma emaresi göstermeksizin “gerçek” kadar doğal bir ruh haliyle icra edilebilmektedir…
Bu, hiçbir delil aramayan “ideolojik miyoplar” için oldukça verimli bir yöntem; üstelik kişiliğini belirli bir kitle üzerinde “kült” haline getirmiş bir siyasetçinin, ekstra bir çaba harcamasına da gerek bırakmıyor…
Lakin bu durum, kendisine inanan seçmenleri hiçbir değer tanımadan sömürmek gibi bir ahlaki yoksunluğun da önünü açıyor…
Yine Hayes’e referansla söyleyecek olursak her yaştan insana adeta; “genişletilmiş bir ergenlik çağı” yaşatan sosyal medyanın da, bu yol açıcılıkta çok önemli bir katkı sağladığı muhakkak; tabi ve maalesef Z. Nuran Atalay ve Ebru T. Diken’in ortak vurguladığı şu hakikati de unutmadan; “Siyasetin yalanla ilişkisi ontolojiktir…”
Siyasete ahlak ve erdem katmaya yürekli olanları tamamen dışarda bırakarak, yazıma Hannah Arendt’in -yalanın siyaset tarihindeki yerini vurgulayan- cümleleriyle son vermek isterim; bir siyasetçi olmasam da önce kendi payıma düşeni almayı da ihmal etmeden; “Doğruluk hiçbir zaman siyasi erdem olarak görülmemiştir. …yalanlar çoğu kez kulağa gerçeklerden daha akılcı gelir; zira yalan söyleyen, dinleyicinin neyi duymayı arzu ettiğini daha önceden bilmenin avantajına sahiptir ve imal ettiği yalanı kamunun tüketmesi için titizlikle hazırlamıştır…”
Sözler, usta yalancıları teraziye vurmada önemli bir misdak (ölçü) değil mi?
Gerisi sizin zihinsel maharetlerinize emanettir…