Basra Körfezi, tarihten bugüne jeopolitik değeri yüksek bir coğrafya olarak devletlerarası mücadelelere konu olmuş bir bölgedir. Asya, Afrika ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bu bölge, petrolün keşfiyle daha da kıymetli bir hale gelmiştir. Öyle ki petrol, kısa zaman zarfında, meşhur İngiliz devlet adamı Winston Churchill’e, “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir” sözünü söyletecek düzeye erişmiştir. Günümüzde yoğun bir şekilde yürütülen alternatif enerji kaynağı keşif çalışmalarına rağmen fosil yakıtlar, petrol, kömür ve doğalgaz, dünyanın ihtiyaç duyduğu enerjinin yaklaşık %88’ini karşılamaktadır. Çok ciddi bir keşif ya da buluş ortaya çıkmazsa, araştırmalar gelecek yarım asırlık süreye de fosil yakıtların damgasını vuracağını ortaya koymaktadır.
Sanayileşmenin ardından gelen refah ekonomisiyle, devletler ekonomi güvenliğini daha fazla önemsemeye başlamışlardır. Ekonomi güvenliğinin sağlanabilmesi, büyük ölçüde enerji güvenliğine bağımlıdır. O nedenle, enerji güvenliği, en az ekonomi güvenliği kadar hassas bir konudur. O halde enerji kaynaklarını kontrol etmek, bu kaynaklara bağımlı olan devletlerin ekonomilerini de kontrol etme fırsatı sunmaktadır. 1990 Körfez Savaşı’ndan bugüne, ABD’nin Ortadoğu ile ilişkileri, petrol üzerinden açıklana gelmiştir.
Oysa dünyanın en çok petrol üreten ve tüketen ülkesi olan ABD, ihtiyaç duyduğu petrolün yaklaşık beşte birini Basra Körfezi’nden ithal etmektedir. Bugüne kadar Türk kamuoyu, genellikle, bölgede yaşanan siyasi ve askeri olaylara bu pencereden bakmıştır. Ancak burada daha da önemli olan bir diğer konu ise, Basra Körfezi ağırlıklı Ortadoğu coğrafyasından, Çin’in %65, Hindistan’ın %62, Japonya’nın %80 ve Türkiye’nin %63 oranında petrol ithal ettiğidir. Bunun manası şudur: “Basra Körfezi’ni kontrol eden, bu ülkeleri de kontrol eder.” Demek ki, ABD yalnızca kendi ihtiyaç duyduğu petrol için Ortadoğu’da bulunmuyor. Çin, Hindistan ve Japonya gibi ileride kendisine olası rakip olabilecek ülkeleri de bu sayede kontrol altında tutmak istiyor.
Dolayısıyla burada da görülebileceği üzere, genellikten karmaşıklığa, özerklikten bağımlılığa geçmiş bir ekonomik sisteme dayalı uluslararası ilişkiler düzeni söz konusudur. Ancak göz ardı edilmemesi gereken nokta, Ortadoğu’nun zengin petrol ülkelerinin demokratik ilerlemelerinin sadece yönetim-halk arasına sıkışmış bir mevzu olmadığıdır. Protestan ahlakın temel düsturlarından olan, “zenginin daha zengin olma hakkı ve fakirin fakirliği hak ettiği” kuralı bu denkleme dâhil edilmek zorundadır. Yoksa “kurbanı suçlama” yaklaşımıyla hareket edilirse, Ortadoğu’daki demokratik meseleler tam manasıyla idrak edilemez. Ortadoğu’nun sürekli istikrarsız bir çizgide bulunması, bölgeyi aynı zamanda dış müdahalelere açmaktadır. Böylesi bir durum, gücünün güvenliğini sağlama ve potansiyel rakip olan diğer ülkeleri kontrol altında bulundurma amacı güden ABD siyasetine, “barış, istikrar ve demokrasi” maskesi altında bölgede sürekli var olma imkânı sunmaktadır.
Başka bir ifadeyle, Ortadoğu’da var olan siyasi ve toplumsal tablo, “İslam’ın Krizi”, “Osmanlı Sonrası Kaos” veya “Müslümanların Beceriksizliği” şeklindeki basit yargılarla izah edilemez. Bugün yaklaşık olarak Rusya’nın 9, İngiltere’nin 11, Çin’in 2,5 ve Türkiye’nin 40 katı büyüklüğünde, 600 milyar dolar civarında savunma bütçesine sahip ABD’nin, Ortadoğu’da halk iradesine dayalı da olsa kendi aleyhine bir yönetim yapısına müsaade edeceğini varsaymak oldukça iyimser bir yaklaşım olur. Hemen belirtilmelidir ki, Ortadoğu’daki siyasi yapı hem oradaki devlet yöneticilerinin hem de ABD’nin işine gelmektedir. Arap Baharı sürecinde yeşeren umutları her birlikte hareket ederek söndürmeleri bunun açık delilidir.