Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” Hegel’e ve Kojev’e yaptığı atıflarla geliştirdiği tezinde, Doğu Blokunun çöküşünün insanlık tarihinin ideolojik evriminin sonu olduğunu ifade etmişti. Ona göre liberalizm, insanlık tarihinin nihai ve değişmeyecek yönetim tarzıdır. Fukayama liberal demokrasinin “insanlığın ideolojik gelişiminin son noktası” ve “nihai insani hükümet şekli”nin olduğunu; bu anlamda liberal demokrasinin “tarihin sonu” anlamına geldiğini ifade ediyordu. Hâlbuki kısa bir süre sonra ekonomik krizlerle yüzleşen büyük ölçekli devletlerin ekonomileri, bankaları kurtarma adına piyasaya müdahale ediyor; büyük şirketleri piyasayı koruma adına bölüyor ve klasik liberal ekonominin sınırlarının fazlasıyla dışına çıkıyorlardı.

Aslında bütün bu olan biteni klasik veya çağdaş ekonomik teorilerle dürüst bir şekilde açıklamak imkânı da kalmıyordu. Daha da vahimi, ekonomik liberalizm/kapitalizmin yaşadığı bu ciddi tıkanıklığı aşmanın yolu olarak savaşa dayalı ganimet ekonomileri uygulanmaya konuyordu.

Liberal ekonomilerin mini marketleri süpermarketlerin onları da hipermarketlerin yutması; küçük şirketleri büyük şirketlerin rekabetle sona erdirmesini olağan görmek uluslararası ilişiklere uygulandığında daha ürkütücü sonuçlar ortaya çıkıyor. Küçük devletlerin büyük devletlerce yutulması konusunda, siyasi liberallerin yaklaşımı eminim ki farklıdır, ancak meşruiyet güçlünün güçsüze hayat hakkı tanımaması gibi bir insani değil, hırpani felsefeyi içeriyor. Buradan hareketle, yeni neokolonyal dönemin enerji politikaları adına başka gerekçe ve saikler ile işgaller olağan karşılanabiliyor. Liberalizm ile doğrudan ilişkili görülmese de küresel boyuta taşınan bu yeni görünümüyle siyasallaşmış küresel neokapitalizm aslında küresel neokolonyalizmden başka bir kapıya çıkmıyor.

Bu “büyüğün küçüğü yutmasının” meşru görüldüğü vahşi yaklaşımın küresel boyutta ulaşabileceği nihai nokta, küçük devletlerin büyükler tarafından fiziken işgali, kültürel talanı, psikolojik olarak yok edilmesi ve ekonomik kaynaklarının paylaşımına rıza gösteren ve mutlak tâbiyetlerinin beklenmesidir. Suudiler ve Körfez ülkelerinin kuruldukları günden beri kapalı kapılar ardında, son bir yılda ise alenen yaşadıkları süreç bunun dışa vuran bir yansımasıdır.

11 Eylül sonrasında Afganistan’ı da kapsayan geniş Ortadoğu’daki kaosa dayanarak savaşa dayalı bir ekonomiye kaynak oluşturulması, uluslararası hukukla ya da insani kavramlarla izah etmek mümkün değil. Bu durum, insan kanı üzerine kurulu bir ekonomi kesinlikle insanlık dışıdır. Yeni bir ganimet dönemi veya kolonyal döneme dönüş çağrışımları yapıyor.

AB gibi barışçıl amaçlarla bir araya gelen devletler açısından ABD öncülüğündeki bu ekonomi temelli dış politika yaklaşımı, tam anlamıyla kafa karışıklığına sebep olduğunu düşünüyorum. Kuruluş amaçlarına aykırı da olsa AB üye ülkelerinin bir kısmı bu paylaşımdan pay kapma niyetiyle Ortadoğu’da oldular.

Aslında enerji politikaları üzerinden Avrupa Kıtasının 1960’larda vazgeçmiş olduğu bir yol olan Kolonyalizm bir ganimet paylaşımıyla hortlatılıyordu. Çünkü Ortadoğu’da ganimetin konusu olan petrolün savaşlara rağmen üretimine devam ediliyor; Devletler, çok uluslu şirketler ve hatta silahlı örgütler ortaya çıkan ganimetten payını alıyordu. Fakat bu paylaşım, bu ülke halklarının ölüm, sürgün, insan haklarından mahrum kalmaları gerçeğine rağmen hızını kesmeden aynı tarzda devam ediyordu. Bugüne kadarki en başarılı bölgesel birleşme olduğunu düşündüğüm Avrupa Birliği, ekonomik ve sosyal alandaki bütün başarılarına rağmen siyasi birliği tamamlamakta aynı başarıyı gösteremedi ve özellikle dış politikada ayrılıkların oluşturduğu karşılıklı güvensizlikle birlikte Brexit sürecine gelinmiş oldu.

Ortadoğu’daki kaotik ortam ve uluslararasılaşmış çatışmalar, yeni aktörler olarak taşeron terör gruplarını ortaya çıkarıyor; uluslararası hukukun büyük ekonomisi olan devletler tarafından çıkarlarına göre esnetilerek yorumlanmasına fırsat veriyor. Bugün zaten işlemeyen ve itibarını iyiden iyiye yitirmeye başlayan uluslararası hukukun zayıflatılması ve güçlünün sözünün geçtiği bir ortamın kurulması, diğer devletleri yeni küresel ittifak arayışlarına mecbur bırakıyor.

Bunun yanında geçtiğimiz yıllar içerisinde umulanın aksine G7-G8 ve G27 gibi arayışların işlerliğini yitirdiğini, ümit vermekten oldukça uzak olduklarını gördük.

Bunun ekonomi dışında da hayatımıza dolaylı yansımaları oluyor. Askeri ve stratejik mantıkla düşman kamplar oluşturmak; bu yaratılan düşmanın üzerine gitmek; insan hakları konusunu askıya almak ve daha da vahimi, bütün bunlardan bir rant elde etmek gibi ahlak dışı bir yarışın içine girilmesi Liberal felsefenin kabul edeceği yollardan biri değildi. Onun tıkandığı noktalara çare olarak doğan neo-liberalizmin içeriği tam olarak açıklanmayan “savaş ekonomisi” yoluyla, güçlü-zayıf ilişkisinde “ahlaki” ve vicdani ilkeler yerine, yaşanan problemleri geçiştirmek ve reel-politik ya da rasyonalite adına kabullenmemiz dünyaya dayatılıyor.

O halde, ittifak arayışlarında en az çıkarları kadar akrabalıkları, inançları, yakınlıkları olan ülkelerin yaklaşması ve birbiriyle hareket etmesi 20 ve 21’inci yüzyılın sıradanlarından. Batı dünyasında AB, NAFTA, EFTA, Commonwealth vb. üst çatıları kendileriyle çelişmeyen ilkelerle, tutarlı ve mantıklı bir şekilde yürütürken; Doğu dünyasında hala süregiden büyük kaos birleşmelere değil ayrılıklara zemin hazırladı.

Bir sonraki yazımızda Türkiye’nin alternatifleriyle devam edelim.