Uluslararası ilişkiler teorileri üzerinden uluslararası ittifakların, ekranlardan kulağımıza üfürülen bir ezber kalıpla sadece “çıkarlar” üzerine kurulduğuna ortalama bir dünya vatandaşı kolaylıkla inanır. Dünün ve bugünün ittifak ilişkilerini doğru yorumlayabilmek için bilgi, tarihi ilişkiler, etnik ve dil ilişkileri, din/mezhep bağlantıları ve ideolojik bağlar üzerinden yeniden okumak gerekir. Dünyada bugün olup biten olayları değerlendirirken tarihçesine bakmadan, coğrafyayla bağlantıları incelemeden, milletlerin din, dil ve kültürel yakınlıklarını hesaba katmadan uluslararası ilişkileri, politikaları ve milletlerarası hukuku anlamaya çalışmak, bizleri çoğu kez eksik bilgi ve veriyle problem çözme çaresizliğine sürükler.

Bu arada, maalesef standart küresel bir adalet algısı olmadığı gibi, güçlülerin çıkarlarına göre kavramları istenildiği gibi esnetilerek yorumlanan “devletler hukuku” ve uluslararası ilişkiler teorileri, ya taraflı, ya baskı altında, ya da ezberlerin ve yönlendirmelerin etkisi altında pratiğe dökülürken paçavraya çevrilmiş oluyor. Mesela Irak, Bosna, Suriye, Çeçenistan vb. gibi olayların her birinde “sivil ölümleri” veya “insan hakları” gibi en temel kavramlar bile rahatlıkla eğilip bükülebiliyor.

Dünyada bu çifte standardın geçmişine ve zeminine yakın tarihten birkaç hatırlatmayla başlayalım. Geçen yüzyılın uluslararası ilişkileri, materyalizmin doğurduğu iki düşman kardeşin, komünizm ve kapitalizm’in soğuk savaşı ve propaganda yarışlarının gölgesinde geçti. Bu ayırım, dünyayı iki kutba mahkûm edip kısıtlamış ve kamplardan birine girmek zorunda kalan devletler özgün ve yerli politikalar üretmek yerine, tabi oldukları kampın merkezi görüşlerini izlemek zorunda kalmışlardı. Kışkırtılmış bir tehdit algısı altında birçok devlet bu iki kamptan birinde yer alarak diğerlerinin peşinde sürüklenmek zorunda kalıyordu. Sıradan bir haber bile iki ayrı kampın yaklaşımı ile birbirine taban tabana zıt yorumlanabiliyor ve objektif bir tespit ortaya çıkamıyordu.

İki kutbun dışında kalan koca bir dünya ise aşağılayıcı bir nitelendirmeyle “üçüncü dünya ülkeleri” olarak adlandırmıştı. Tek başına bu adlandırma bile, ölçekleri birbiriyle hiçbir şekilde kıyaslanamayacak Bulgaristan`ı Hindistan’la; Arnavutluk’u Endonezya ile anlamlı bir küçümseme algısı oluşturarak eşitliyor ve dışlıyordu.

Bu ayrımda Türkiye, ABD ve müttefiklerinin yer aldığı Batı Bloğu’ndaydı. Diğer tarafta ise Sovyetler Birliği`nin oluşturduğu Doğu Bloğu konumlanmıştı. Bu keskin ayrım, bloklaşan devletlerin düşünce dünyasını, sosyo-ekonomik yapısını, edebi, siyasi, sosyal ve kültürel ortamını kamplaşmanın gölgesinde şekillendiriyor; bunun da ötesinde istediği yerde ülkelerin iç huzurlarını kaçırıyor, gerekli görürse kan döktürüyordu. Bu bölünme, bugüne de etkileri olan derin izler bırakmıştır.

Ne açıklık (glasnost) ne de yeniden yapılanma (perestroika) 1989 Sovyetler Birliği’nin çöküşünü engelleyememişti ve hızlı bir dağılma süreci yaşandı. 1990 tarihinde artık Post-Sovyet döneminin sona ermesiyle blokların ortadan kalktığı dünyada, yepyeni bloklar şekillenmeye başladı.

1990’la birlikte 11 Eylül 2011 bilinen mevcut milletlerarası paradigmayı ve rayların makasını değiştiren kritik tarihler olması yanında, hepimize bölgesel ve küresel oluşumları yeniden sorgulatmış; farklı alternatif ve kombinasyonlar üzerinden yeni işbirliklerini ortaya çıkarmıştı.

Söz konusu güç ve denge arayışlarının dış dünyaya yansıyan küçük bir kısmı olarak NAFTA’dan Avrupa Birliği’ne; Şangay Beşlisi`nden Arap Birliği`ne; Afrika Birliği`nden ASEAN’a; BDT’den Avrasya Birliği’ne, oradan AGİT’e kadar ekonomik ve güvenlik işbirlikleri/ortaklıklar gösterilebilir. .

Dünyadaki bu ittifak arayışlarının temelinde yukarıda da ifade ettiğim gibi sadece “çıkarlar yatmıyor. Dini/mezhebi, etnik, dil bazlı, kültürel gerekçeler ve ekonomik çıkarlar gibi birçok temel üzerinden devletler yakın gördükleri diğer ülkelerle ittifaklar oluşturuyorlar. Mesela, yakın zamana kadar istisnasız bütün askeri operasyonlarda ortak hareket eden ABD eksenli Anglo-Sakson ittifak (İngiltere, ABD, Kanada, Avustralya, bazen de Yeni Zelanda) ekonomik, ticari, askeri işbirliklerinin ne kadar kamufle edilirse edilsin temelinde din, dil ve kültür birliği ile tarihi ilişkileri olduğu açık. Demek ki ezberletilenin aksine uluslararası ilişkilerde kısa vadeli çıkarlar değil, kadim dostluklar ve ittifaklar var.

Bunların da ötesinde, Rusya’nın komünizm gibi enternasyonal iddiaları olan bir ideolojiyle Doğu ve Güney Slavları’nı etnik ve dil bağlarını hesaba katarak toparlaması, Yunanistan’la etnik bağları olmasa da Ortodoksluk üzerinden bağlarını koruması, madalyonun görülmeyen diğer tarafında kalıyor.

Bugün, dünyanın geçen yüzyıldan biline gelen çehresi hala ciddi bir değişim geçirmeye devam ediyor. Bu şekillenme süreci hâlihazırda devam ediyor. Gardlar alınıyor, bloklar oluşturuluyor; ülkelerin bir kısmı iki kutuplu dünya dönemindeki gibi diğer daha büyük devletlerin kucağına doğru kasıtlı şekilde iteleniyor. En başarılı bölgesel oluşum olarak gösterilen AB’nin yaşadığı zorlu süreçler ve oluşum felsefesinden, ekonomik işbirliğine,  vergi kolaylıklarından gümrük birliğine kadar, Ortak Pazar’dan birlik olmaya giden süreçte aşılan merhaleler titizlikle okunmalıdır.