Korkunun insandaki algılanışı ve yansımalarıyla tüzel bir yapı olan devletteki algısı ve yansımaları çok farklıdır. Fakat korku ve kaygının aşırısı her iki bünyede de, “bilinci katleder” saldırganlaştırır. Zira “Düşünen insan saldırganlaşamaz.”
Sıhhatli düşünmenin yolları tıkanınca, refleksif bir tavır geliştirme durumu ortaya çıkar. Bu refleksif durum bir bünyenin kendisini korumak üzere ortaya koyduğu ve düşünmeden gösterdiği ani tepkilerdir.
İnsana dair korku çok anlaşılır olmakla birlikte yansımaları da açıktır. Hemen hemen her insan tekinde, biyolojik mekanizma aynı davranışları üretir. İnsan her ne kadar kazandığı tecrübeyle bu süreci belli oranda yönetmeyi öğrense de bu, doğuştan gelen biyolojik süreci değiştiremez; adrenalinle başlayan çarpıntı titreme, elden ayaktan kanın çekilmesi, soluğun hızlanması vesaire…
Fakat sosyal psikolojinin yani tüzel bir yapının dolayısıyla da devletlerin korkularını aynı zeminde okumak, standardize etmek mümkün değildir. Devletlerin korkularını anlamak için tarihsel kodlarının çok iyi bilinmesi gerekir. Bunun yanında güncel ihtiyaçlarının ne olduğu ve bunları karşılama konusundaki iç ve diş imkânların durumu, jeostratejik konum ve daha birçok ilmî sahayı gerektiren tahlil ve değerlendirme kudretine ihtiyaç vardır.
İşte bu katmanlar her devlette farklı bir tezahür ortaya çıkaracağı için, her devletin korku ve endişelerinin yansımasını da ona göre anlamaya çalışmak ve ortaya koydukları politikaları bu zeminde tahlil edebilmek gerekir.
Eğer bahsedilen zeminde bir tahlil kudreti varsa bir devletin korkularını da öz güvenini de anlamlandırmak çok daha mümkün hale gelir. Aslında içeriye veya dışarıya dönük her politika çok net bir mesajdır.
Biz onları “titrek ve ürpermiş” bir insan bedeni gibi görmüş olmasak da, devletler de korkarlar. Hem de büyüdükçe artan korkuları meydana gelir. Büyüyen bir yapıyı ayakta tutmak, onun ihtiyaçlarını karşılamak çok daha fazlasına talip olmayı gerektirir. Bu gereklilik, “başkalarının elindekine göz dikme”yi hatta elinden alındıktan sonra onları “yok etme”yi de beraberinde getirir.
ABD bugün tamda ifade etmeye çalıştığım zeminde adeta “uzlaşılmış bir savaş” içerisinde. Kendi devasa gövdesini ayakta tutabilmek ve “içteki birlikteliğini” sağlamak için sürekli “dışarıdaki ihtilaflar”dan beslenmektedir.
ABD’nin nedenli korkuların sahibi olduğunu anlamak için etrafına saçtığı şiddete ve dünyada kurduğu yaklaşık bin askeri üssün temel mantığına bakmak yeterlidir. Bu devasa bedeni doyurma korkusu aslında öylesine ileri boyuta ulaşmıştır ki “korkudan fırsat devşirme” yolu bile gündeme gelmiştir.
11 Eylül saldırısı sonrasında yaşananlar ve onun bugüne kadar uzanan süreçleri, işte bu “korku fırsatçılığı”nın çok temel yansımalarıdır.
ABD, bu süreci öylesine bir ustalıkla fırsata çevirmiştir ki, en acımasız politikaları bu gerekçeyle meşrulaştırmıştır; “eğer engel olmazsak başımıza tekrar aynı şeyler gelir” diyerek, tabiri caiz ise hazzetmediği her şeyi bu zeminde yutmuştur.
Afganistan, Pakistan, İran, Irak hatta bugün sözüm ona ABD’nin müttefiki konumunda olan pek çok devlet, bu korku fırsatçılığından nasibini almıştır.
11 Eylül sonrasında yaşanan korkuyla “bilinç kaybı/katli” yaşayan ABD, kendisine kalkan bu “sopa”ya karşı adeta şuursuzca karşı koymak adına etrafına saldırmaya devam ediyor.
Bu korkuyu, Trump’ın “ekâbirkâhya” tavrı bile örtemiyor bana göre. Bu öyle bir korku ki, korunmak adına terör örgütlerinden bile “medet” uman bir korku.
Bütün komplekslerinden sıyrılmış, kendi bakış perspektifini kazanmış her beyin, bu korkuyu çok net olarak görebilir…