Anadolu şehirlerinde kış nasıl geçer, çocuklar ne yapar hiç görmedim. Anadolu’yu sırtına yükleyip İstanbul’a getiren binlerce belki milyonlarca aile gibi bir aileydik.

Garip, bilmediğim bir titreme değiyor bedenime, hava soğuk, üşüyorum

Zihnimin çok derinlerinde bir yer buluyor ve çocukluk hayallerime düşüyorum

Emir Fuad

-Yanınızda anneniz varsa üşümek hep güzeldir-

Bu yazı belki de kimilerine göre çok sıradan belki değersiz bir şey hatrıma düştüğü için, bir kömür sobası için yazıldı. Ben aslında kıştan, soğuktan ve yalnızlıktan bahsedecektim. Eğer “kış” deyince aklıma bütün bunlar gelmeseydi…

Kış her zaman en sevdiğim mevsimdir benim. Soğuktan gözlerim yaşarana kadar dolaşmak, hangi şehirde olursam olayım sokaklarında seğirtmek, parmaklarım hissizleşinceye kadar bir kar parçasını avuçlarımda tutmak ve en ziyade bir çocuk masumiyetiyle eve dönüp nar gibi yanmış bir kömür sobasının başında ısınmak en derunumda duran kış hatırasıdır benim. Ama ne elem ki kar görmeyen bir şehirde ve sobanın unutulduğu bir zamanda yaşıyorum ve hatıralarım artık daha ziyade benim gibi düşünen birkaç yazarın kitaplarında yaşıyor.

Anadolu şehirlerinde kış nasıl geçer, çocuklar ne yapar hiç görmedim. Anadolu’yu sırtına yükleyip İstanbul’a getiren binlerce belki milyonlarca aile gibi bir aileydik. Muhtemel ki o nedenle kış deyince benim aklıma hep İstanbul geldi. Kış herkes için soğuk demektir, kar demektir, eyvallah. Lakin soğuğu ısıtabilmeyi hangi şehrin toprağında olursa olsun en ziyade çocuklar bilir.

Ben karı da, kışı da İstanbul’da gördüm, İstanbul’da açıldı gözlerim ve başka bir şehrin kışına kördüm. O sebeple her kış zihnime yalnızca beyaz örtülerinin altına gizlenmiş bir İstanbul ve bir de çocukluk kışlarımın cansız kahramanı bir kömür sobası düşer.

Soba görmeden büyüyen yahut büyüyecek çocuklara acımışımdır hep. Zira onlar hiçbir vakit bir sobanın üzerinde kaynayan çaydanlığın sesini işitmeyecek, demlikte pişen çayın kokusunu genizlerine bir tütsü gibi çekemeyecek, karlarla oynayıp evlerine geldiklerinde ıslak eldivenlerinin onun bedenine değdiremeyeceklerdir. Üzerinde pişen kestanenin ne sivri uçlu bir bıçakla çizilmesini görebilecek ne de gece vakti sobanın kapağından tavana yansıyan ateş dansını seyredemeyeceklerdir. Ne acı! Belki de tam manasıyla ısınmanın dahi ne demek olduğunu bilmeyeceklerdir.

Kış, benim çok da eski denemeyecek hatıralarımda sabahın erken vakitlerinde annemin yaktığı bir soba ile görünüverir. o çocuk erkenden kalkıp da kendisi üşümesin diye sobayı tutuşturmaya çalışan annesini seyreder durur hep. Geceleri üzerine soba kenarında ısıtılmış yorganlar örtülmüştür. Soba ateşinin dansıyla dalmıştır rüyalara… Lakin o zamanlar çok eskilerde kalmış, çocuklar ne ateş dansını seyretmenin tadını, ne kömür sobasının adını bilir haldeler. Yazık!

Ben halen dahi kar ile oynarken ıslanmış eldivenini sobaya dayayıp kurutan ve onun ışığından hayalhanesinde bir şehir kuran o küçük çocuğum ve ne kadar sene geçerse geçsin yanaklarımda bir kömür sobasının sıcak nefesi ve annemin o müşfik sesi var.

Ben soğuğu dahi üşüten aralık gecelerinde yanan sobanın ışıkları tavana vururken o akiste bin türlü düşü seyredip, hayalden sarayıma duvarlar ördüm ve sıladan uzak her kış gecesinde rüyamda bir kömür sobasını tutuştururken annemi gördüm.

Kış herkes için soğuk demektir, kar demektir, eyvallah. Ama soğuğu ısıtabilmeyi hangi şehrin toprağında olursa olsun en ziyade çocuklar bilir.

Kış benim için biraz soğuk, biraz kar, bir kömür sobası ve en ziyade annem demektir…